Ana SayfaYazarlarAmr bin Âs ve İskenderiye Kütüphanesi (II)

Amr bin Âs ve İskenderiye Kütüphanesi (II)

 

Ömer’in ölümünden sonra (Kasım 644) halifelik makamına oturan Hz. Osman, Amr bin Âs’ı azleder.   Aynı dönemde (645 yılı sonlarına doğru), Arap boyunduruğundan rahatsız olan İskenderiyeliler, (641 yılında bir hükümet darbesi neticesinde 11 yaşında tahta çıkan) Bizans imparatoru II. Konstans’a  müracaat ederek, kentin Araplardan geri alınması talebinde bulunur.  Amr bin Âs’ın görevden alınmış olması da Bizans açısından bir fırsat yaratmıştır.  Aslen Ermeni olan Amiral Manuel komutasındaki 300 gemilik bir filoyu İskenderiye’ye gönderip kenti ele geçirirler. Ancak yeniden göreve getirilen Amr bin Âs, 646 yılı başlarında Bizans ordusunu tekrar ağır bir yenilgiye uğratır ve İskenderiye ikinci kez, hem de bir daha geri dönüşü olmayacak şekilde Arapların eline geçer. Lâkin bu kez Araplar kentin tüm surlarını yerle bir eder (Philip K. Hitti, History of the Arabs:164).

 

Firavunlar çağında Mısır’ın bütün yerli halkı Kopt veya Kıbtîler olarak bilinir. Zamanla önce Hıristiyanlığı kabul ettiler. Böylece yeni bir kimlik kazandılar. Nitekim bugün artık Kopt veya Kıbtî denince, Mısır’ın Müslümanlaşmasından sonra Hıristiyan inancını ve Kopt Kilisesine mensubiyetini sürdüren Mısırlılar anlaşılıyor.

 

Bu bağlamda, Arapların Kopt olarak bildiği ve el-Mukavkus adını verdiği Mısırlı komutan Cyrus’un ve genel olarak Kopt halkının İskenderiye’nin Araplara teslim edilmesinde önemli bir rol oynadığı kabul ediliyor. Cyrus, başından beri sürdürdüğü müzakere politikasıyla, Arapların himayesine geçecek olan ülkede Mısır kilisesinin liderliğini elinde tutabileceğini hesap etmektedir. Çünkü Koptlar, Mısır’da dinsel baskı uygulayıp inanç özgürlüğünü zedeleyen Bizans yönetiminden soğumuştur. Koptların kaybedeceği bir şey yok gibi gözükmektedir,  zira en fazla bir efendinin egemenliğinden çıkıp başka bir efendinin egemenliğine gireceklerdir. Hattâ Arapların kendilerine belirli bir dinsel hoşgörü sağlayacağını bile ummaktadırlar. Çöl yakınlarındaki kervan yollarını bilen Araplar, Mısır içinde ilerleyebilmek için rehberlere ihtiyaç duymuş ve Arapların bu rehber ihtiyacını da genellikle Yahudiler ile Koptlar karşılamıştır (Atiya:101).

 

Bizanslılar, egemenlikleri altında tuttukları bir halkı fazla bastırmanın, ilk dış saldırı ve müdahalede o halkın dış güçlerle işbirliği yapmasına yol açabileceğini hesaba katmamış, Koptlar ise gelenin gideni aratabileceğini düşünmemiş gibidir.

 

İskenderiye kütüphanesinin yakılması hikâyesi

 

Bu arada bir parantez açarak, İskenderiye kütüphanesinin yakılması hikâyesini de kısaca anmakta fayda var. Bilindiği gibi, kütüphanenin bizzat Halife Ömer’in emriyle Amr bin As’a yaktırıldığı yönünde anlatımlar mevcut. Eski Yunan şairleri, yazarları ve filozoflarına ait, parşömen tomarları şeklinde700 bin kitabın yer aldığı kütüphaneye ne yapılması gerektiği hususu Ömer’e sorulduğunda, güya Hz. Ömer şöyle bir karşılık vermiş: “Eğer kitapların içinde yer alanlar bilgiler Kuran’da da yer alıyorsa, onlara gerek yok. Eğer o kitapların içinde yer alan bilgiler Kuran’da yer almıyorsa,  o zaman onlar zararlı demektir” (Gombrich, A Litle History of The World:120).

 

Hattâ Amr bin Âs’ın, şehirdeki hamam ve fırınları altı ay süreyle İskenderiye kütüphanesinden çıkarılan kitapları yaktırarak çalıştırdığı dahi söylenebilmektedir. Aslında bu hikâyeyi ilk kez anlatan, olaylara tanıklık eden biri değil,  1231 yılında vefat eden Abdul Latif el-Bağdadi’dir. Ve anlatılanlar, tarihî değeri olmayan hayal ürünü hikâyelerdir.  En önemli alternatif rivayet, İskenderiye’deki asıl büyük Ptolemaios kütüphanesinin (Serapion’un), henüz MÖ 48 yılında, Birinci Triumvirlik savaşları, daha özel olarak Sezar-Pompey mücadelesi ve Jül Sezar’ın Mısır’ı Roma adına ele geçirmesi sırasında yakıldığı şeklindedir. Bu da kesin değildir, hayli eleştirilmiştir, ama her halükârda Sezar’ın da herhangi bir kastından söz edilemez. Ömer teorisi ise (Bernard Lewis dahil) bütün çağdaş âlimlerin gözünde, İslâm düşmanı bir uydurmadan ibarettir. Öte yandan, gene İskenderiye’de ana kütüphanenin “kızı” şeklinde adlandırılan diğer bir kütüphanenin, MS. 389 yılında bizzat İmparator Theodosius’un fermanıyla yıkıldığını biliyoruz. Dolayısıyla Arapların İskenderiye’yi fethettiği dönemde kentte önemli bir kütüphane bulunmamaktadır (Hitti:166; Atiya:101).

 

Kutsal Kitabı’nda, “Yaradan Rabbinin adıyla oku” denen bir dinin takipçilerinin kitap ve kütüphane düşmanı olması abes olurdu.

 

Hz. Ömer:Amr dünyada kaldıkça hep idareci olmalıdır”

 

Cesareti, zekâsı,  şairliği ve hatipliğinin yanı sıra,  özellikle üstün bir yönetim kabiliyetine sahip olması gibi özelliklerinden dolayı Amr bin Âs, Arapların meşhur dört dâhisinden biri kabul edilmiştir. Hz. Ömer takdirini “Amr dünyada kaldıkça hep idareci olmalıdır”  sözleriyle ifade eder (TDV İslam Ansiklopedisi, Cilt 3:79-81). Hz. Ömer’den sonra halifelik makamına geçen Hz. Osman, Amr bin Âs’ı Mısır valiliğinden alıp sadece ordu komutanı olarak kalmasını; bütün malî ve iktisadî işlerin yönetimini de kendi süt kardeşi Abdullah b. Sa’ad Ebî Serh’e bırakmasını isteyince, Amr bin Âs’ın “Bu durumda benim pozisyonum ineği iki boynuzundan tutmak iken, ineği başkası mı sağacak” diye karşı çıktığı rivayet edilir (Hitti:166). Ancak İbn’ül Esir,  Abdullah b. Sa’ad Ebî Serh’in gene de Hz. Osman döneminde Mısır’a vali atandığını yazar (İbn’ül Esir, Cilt 2:517).

 

Hz. Muhammed’in hazırladığı zemin ve ortam

 

Arapların dinî ve siyasî birliğini kuran Hz. Muhammed, verimsiz yurtlarından dışarı çıkmalarını sağlayan zemin ve ortamı da hazırlamış oldu. Arap fütuhatının iki sebebi, daha doğrusu gerekçesi vardı: Başka kavimleri yeni dine sevk etmek ve yeni diyarlar fethederek kâfirler üzerinde hâkimiyet kurmak. Genişleme alanı olarak da Sasani ve Roma toprakları önlerinde durmaktaydı. Yüzyıllarca devam eden Bizans-İran savaşları her iki devleti de iyice zayıflatmış ve Arapların işini ciddi anlamda kolaylaştırmıştı. Bizans devletinin Hicretin ilk yılında (622) İran’a karşı kazandığı zafer, özellikle Fars diyarında karışıklık çıkarmış ve Arapların lehine olacak bir yönetim boşluğu doğurmuştu.

 

Kuşkusuz Arapların Bizans ve İran’a saldırmasında zenginlik ve ganimetin çok önemli bir payı vardı. Genellikle çöl hayatı yaşayan Araplar, o döneme kadar oldukça yoksul bir hayat sürdürmekteydi. Öyle ki, özel bir tuvalet kültürü dahi yoktu.  Bir rivayete göre, Araplar İran’a girdiğinde, Sasanîler onlar hakkında bilgi toplamak amacıyla kendisi de Arap bir casus gönderir.  Casus göçebe bir Arabın (maaddin) çömelerek abdest ettiği ve aynı anda yemek yediğini görür. Yaklaşarak Arapça ne yapıyorsun diye sorunca, Bedevi şu cevabı verir: “Gördüğünü yapıyorum, eskisini çıkarıyorum ve yenisini yiyorum.” Geri dönen casus, “Gördüğüm adamlar yalın ayak ve çıplak fakat cesurdur” diye rapor verir (Abu’l Farac, Cilt II:177-78).

 

Arap yarımadası dışındaki ilk yayılma,  ünlü Komutan Halid bin Velid’in (lakâbı Allah’ın kılıcı), Irak toprakları içindeki al-Hirah savaşında (634) Sasanileri ağır bir yenilgiye uğratmasıyla gerçekleşti. İranlıların o dönem kendi aralarında ihtilâf içinde olması; bir kısmının Kisra’nın oğlu Yezdigard’ın, bir kısmının da Hürmüz’ün peşinde gitmesi, Arapların zaferinde önemli rol oynadı (Abu’l Farac, Cilt II:175).  Halid bin Velid, Sasani topraklarında daha ileri hamlelerin hazırlığı içindeyken, Hz. Ebubekir onun derhal Suriye cephesine dönmesi emrini verdi.  Bundan sonra Sasani topraklarındaki harekâtın komutası Sa’ad ibn- ebu Vakkas’a geçti. Karargâhını Kufe yakınlarında kuran Sa’ad,  bir yıl içinde Sasani imparatoru Yezdigard’ın  kuvvetleriyle farklı yerlerde yaptığı dört muharebeden de muzaffer çıktı. Son saldırısını Madai dağından gerçekleştiren Yezdigard, tekrar ağır bir yenilgi alınca, paniğe kapılarak Sicistan’daki Türk hududuna kaçtı; beş yıl saklandıktan sonra öldürüldü (Abu’l Farac, Cilt II:177).  Arap tarihçi Mesûdî, Yezdigard’ın Horasan eyaletinin Merv şehrinde öldürüldüğünü yazar (Mesûdî:255).

 

Savaş yüksek bir irade, motivasyon ve psikolojik üstünlüğün yanı sıra kimi zaman keskin bir zekâ da gerektirir. Ünlü Arap tarihçisi Taberi ilginç bir örnek verir. Kutha’da Arap ordusu Sasani ordusu ile karşılaştığında, Sasani ordusuna komuta eden Şahriyar karşı tarafa şöyle seslenir: “İçinizde, yeterince güçlü kuvvetli olan bir adam karşıma çıksın, ona bir ders vereceğim.” Bu, geleneksel teke tek dövüş dâvetidir. Ancak Arab ordusunun komutanı Zuhrah şöyle karşılık verir: “Biraz önce seninle çarpışmayı kafamdan geçiriyordum, ancak şimdi senin dediklerini işitince durum değişti. Sana herhangi birini değil, ancak bir köleyi göndereceğim. Eğer onu beklersen, senin küstahlığından dolayı Allah’ın izniyle o seni öldürecektir. Eğer ondan kaçarsan, bir köleden kaçmış olacaksın” (Taberi, Cilt XIII:5-6). Bu  kışkırtıcı sözler Şahriyar’ı kızdırıp çileden çıkartır. Sonra Zuhrab, Abû Nubatah Na’il Ju’shum adında cesur bir köleyi Şahriyar’ın üzerine yollar. Aslında her ikisi de yeterince güçlüdür, ancak Şahriyar bir deve kadar uzundur. Şahriyar, Na’il ile karşı karşıya gelince mızrağını yere fırlatarak kılıcı ile saldırır. Rakibi de aynısını yapar. Derken ikisi de birbirinin boğazına sarılır. Şahriyar rakibini altına alarak hançeriyle Na’il’in boynunu koruyan zırhı açmaya çalışırken, birden başparmağı Na’il’in ağzında girer. Na’il dişleriyle Şahriyar’ın parmağını ısırıp parçalar ve tam bu sırada hançerini çekerek rakibinin karnına saplar. Oracıkta öldürür. Şahriyar’ın askerleri çil yavrusu gibi dağılır.

 

Savaşlarda zaman zaman bu tür düellolar vardır, fakat dengi dengine yapılır. Burada iki komutanın ölümüne çarpışması doğaldır. Kaybeden savaşı da kaybeder, zira başsız kalan bir ordu savaşamaz ve kazanamaz.  Ancak herhangi bir ordu komutanının sıradan bir asker veya köle ile çarpışmayı kabul etmesi, büyük bir riskin de ötesinde, ahmaklıktır. Arap komutan, basit bir provokasyonla Sasani komutanını faka bastırmış ve muharebeyi kazanmıştır.

(devam edecek)

 

- Advertisment -