Anekdotlar

 

Yer, Doğan’ın berber dükkânı. Zaman, 2000’lerin hemen öncesi.

Burası, birbirini tanıyan orta üst sınıf ailelerin biraz da şımartılmış çocuklarının buluşup kaynattığı sosyal bir ortama dönüşmüştü. Koyu renk elbiseleri seven, kirli sakal ve jöleli saçlarıyla birbirlerine fazlaca benzeyen, bağrış çağrış konuşan; rahat gülüşlü, yayvan oturuşlu genç erkeklerin sevdiği bir yerdi. Bizim cinsin özellikle bu kentli yaygın modelinin, belli başlı üç konusu vardır. Futbol, araba, kadınlar…

 

O hafta hangi takımın hangisine nasıl “geçirdiğini” içeri girer girmez öğrenirsiniz. Golleri kim “koymuş”; 30 metreden zonk diye “sokmuş” filan… Hangi kalecinin folloş olduğu da çıkar böylelikle ortaya… Hakemse mutlaka bir ibnelik yapmıştır…

 

Benim daha çok otomobillerle kurdukları ilişki ilgimi çekerdi. Üç temel ölçüt vardı otomobillerin değerlendirilmesinde. Sanırım bugün de erkek dünyasında geçerli bunlar: Hız performansı, beygir gücü (bu, arabanın Ankara’nın ünlü yokuşu Cinnah caddesini kaçıncı viteste çıktığıyla anlaşılırdı; “olm ne diyorum sana, Kuğulu’dan topukladım mı 3.viteste Atakule’nin önündeyim” gibi) ve büyüklük (azamet)…

 

Renkler de önemliydi tabi. Siyah ağır abilik bahşederdi sahibine. Beyaz da erkeksi bir şıklık seçeneğiydi. Tek kapı spor bir coupe’a “ateş kırmızısı” da yakışırdı. Böyle bir arabanın “kız tavlamanın” en kestirme ve garantili yolu olduğu hususunda konsensüs vardı. Kaldırımda yürüyen bir “fıstığı” elde etmek için yanaşıp kapıyı açmanın yeterli olacağı fantezisine inanmayanını görmedim aralarında. Bunlar evlenilecek değil “eğlenilecek” kızlardı elbette!

 

Jiplerin azameti ise çok çekiciydi. 3500, 4000, 4500 silindir hacimlerinin gürültülü gücü, hangi erkeği büyülemez ki! Sen yakıt parasından haber ver, gerisi sorun değil. Eh, dünyaya da bir kere geleceğiz, bizim peder de neler yaşamış gençliğinde, halden anlıyor, alacağız artık bir tane… Şöyle gümbür gümbür 8 silindir bir boğa…

 

Hız, güç ve azamet…

 

Eh, erkek kimliği “şirinlik, zarafet, tevazu” üzerine kurulacak değil elbet. Kazanmak ne gerektirir? Rekabette neye ihtiyaç var şu vahşi yarış dünyasında? Hız, güç ve büyüklük olmadan kim adam yerine koyar seni?

 

Elbette herkes; her erkek böyle düşünmüyor. Elbette hâkim kültürün dışında post-modern kimlikler oluştu; renk renk çeşitleniyor toplum. İyi ki de böyle oluyor…

 

Fakat açıktır ki, erkek ve kadın arabaları onların ataerki tarafından inşa edilen toplumsal cinsiyet özelliklerine göre ayrılırlar. Yaygın kültürel kodlarda kayda değer sembollerdir bunlar, sıradan nesneler değil. Ve sadece erkeklerle kadınlar arasında değil; erkeklik dünyasında da hiyerarşi yaratırlar. Bu da yazarınızın kör gözüm parmağına mesajı olsun…AT.

 

Yer, Kuşadası’nda bir kafe. Zaman, geçtiğimiz yaz.

 

Kuşadası için biraz fazla sosyetik havası var kafenin. Starbucks’dan fazla çeşit bulabilirsiniz belki de. Bir çekim yaratmış kısacası. Orta üst sınıf kadınlar, erkekler, gençler seviyor burayı. En ucuz kahveye 14-15 lira ödüyorlar. Uzun saatler geçirilen bir yer. Orada yaşayan bir arkadaşımla marinada kaldığım günlerde uğrayıp zaman geçiriyoruz biz de.

 

Herhangi bir öğlen saati. Arkamda yüzlerini görmediğim ama bütün konuşmalarını işittiğim bir genç kız grubu oturuyor. 5-6 kişiler. Konu magazin haberlerinden, bayıldıkları dizilerden, harika çocuklar ve kasıntı kızlardan dolaşıp kendi hayatlarına geliyor. Birbirlerini övmekte çok cömertler. Karşılıklı rüşvet mekanizmasını iyi çözmüşler. “Ne kadar yakışıyor bu saç sana” diyene, öteki derhal “nereden aldın bu ayakkabıyı müthiş valla” yı yapıştırıyor.

 

İş erkeklerle ilişkiye geldi sonunda tabi. “Benimki” dedi bir ses, “Yırtık kotu pek dert etmiyor da, göbek dekoltesine hasta. Asla izin vermiyor”. Bir başka kız, “benimki de göğüs dekoltesine delirir. Var erkeklerin böyle huyları” diye katıldı söze. “Ama göbek dekoltesi de bayağı erotik yani, haksız sayılmaz” dedi birisi. “Yırtık kottan ne farkı var Allaaşkına” diye sordu öteki. Daha snop bir ses “single yaşarken yap ne yapacaksan da, sevgili yapınca ayağını denk alman gerekir” diye akıl sundu gruba. Konuyu açan kız, “aslında kendileri başkasında görüp bakmaktan hoşlandıkları ne varsa bize onu yasaklıyorlar bence” dedi (ve benden sağlam bir taktir aldı)… Bir aksi ses de ne dese beğenirsiniz? “Valla hepsi her haltı karıştırıyor, yanımda erkek olsun diye bir maçonun kölesi olacak değilim”… Sessizlik… Bu kız belli ki “single”… Yine muhtemel ki o sessizlik iç konuşmalarla yaşanmakta; “elindekini kaçırdın şimdi efeleniyorsun. Ya da; bulamadın da ondan; bulsan birisini, kuzuya dönersin sen de” filan baloncukları hayal ediyorum. Belki de haksızlık yapıyorum.

 

Ama kafa tutan kadınlar var biliyorum. İyi ki de var diyorum.

 

O anda değil ama şimdi bu yazıyı yazarken düşünüyorum: Şu kafedeki kızların sevgililik ya da evlilik hayatında Doğan’ın dükkanındaki oğlanlardan şiddet görmemesi nasıl bir ihtimaldir? Var mıdır böyle bir ihtimal?… AVRAT.

 

Yer, Ankara’da şimdi çoktan tarih olmuş Körfez Lokantası. Zaman, sanıyorum 1999 yılı.

 

Birbirimizi Hukuk Fakültesi yıllarından ve tabi solculuğumuzdan tanıyan 8-9 avukattık. Önce 4 kişiyle başlayan öğlen rakısı buluşmaları, bu kurucu babaların özenli süzgecinden geçerek çağrılanlarla genişlemişti. Buluşma günlerimiz perşembeydi ve bu aksamazdı. Yeni misafirler gelirse onlar grupta kalıcı olmaz ve para ödetilmezdi.

 

Ne mi konuşurduk? Siyaset tabi. Ama sadece o değil; avukatlığın kaçınılmaz icabı olarak elimizdeki dosyaları tartışırdık. Basbayağı bir hukuk forumuna dönerdi bazı zamanlarda yemeğimiz. Avukatlar heyecanlı insanlardır kendi aralarında; ama masaları sıkıcıdır haberiniz olsun.

 

Yanılmıyorsam 1998 yılında, avukatlara o zamana kadar olmayan bir imkân tanındı ve silah taşıma hakkı verildi.

 

Bu yasa yürürlüğe girdikten çok kısa bir zaman sonra buluştuğumuz bir Perşembe yemeğine, bizim grubun gerilla gibi geldiğini çok canlı hatırlıyorum. Hatam var ve ilgilisi tarafından düzeltilirse önümüzdeki hafta burada yayınlarım, fakat hatırladığım şu: Ben ve iki  arkadaşım (Akif Kurtuluş, Özcan Çine) dışında masadaki bütün takım elbiselerin ya kıçına ya koltuk altına takılmış kılıflarından, türlü çeşitli tabancalar masaya çıkartıldı. Parabellum’lar Kırıkkale’leri anında küçümsedi. Hepsinin özellikleri üzerine şehvetli tartışmalar yaşandı.  

 

Masadakilerin yüzüne bir gurur oturmuştu. Ne silahı sevdim ne de bu gururu…

 

Hiç pay çıkartmak istemem kendime. Çünkü ben silahtan bütün hayatım boyunca korktum. Öyle edebi bir korku falan da değil bu; bayağı bildiğiniz can korkusu. Cesaret eksikliği diyebilirsiniz, alınmam. O yüzden 70’li yıllarda solculuk yaparken ve sokaklar kan içindeyken de elime tabanca almadım, avukatlıkta da aklımdan geçirmedim, şimdi de hiç sevmem, hiç ilgilenmem silahlarla.

 

Bu küçük anekdotun bir de küçücük ibretlik devam parçacığı var. Sevdiğim bir arkadaşımdır ve elbette ismini vermeyeceğim ama can sıkıcı da olsa anlatacağım; çünkü erkekliğe ihanet etmeye söz verdik bir kere!

 

Perşembe grubundan, derhal “silahlanan” bir arkadaşımız, bir gece evine döndüğünde arabasını park etme meselesi yüzünden çıkan tartışmada -ki bilindiği gibi Türk erkeklerinin en mühim savaş nedenlerinden birisidir park yeri uyuşmazlıkları- belindeki sevgili dostuna sarılıp kendisine “zart zurt” eden öteki erkeği tehdit etmiş. Adam da polise şikâyette bulununca eve gelip aynı gece arkadaşımızı gözaltına almışlar. Araya, iddialı ideallerle seçtiğimiz Baro Başkan’ımızın girmesiyle olay fazla büyümeden kapatılmış fakat yanlış hatırlamıyorsam silaha savcılıkça el konulmuştu…

 

Bu olayın neresinden tutacağınızı size bırakıyorum.

 

Şunu soruyorum: Anlattığım Perşembe grubu kadınlardan oluşsaydı hikayesi böyle mi olurdu?… SİLAH.

Evet hikayelerimiz AT AVRAT VE SİLAH üzerineydi. Yani, konumuz erkek.

İnternette dolaşırken “kızlarsoruyor” isimli bir web sitesinde şu soruyla karşılaştım. “At-avrat-silah üçlüsünü ortaya atan eşek kim?”

Verilen bir erkek cevabını (imlasına da hiç dokunmadan) size sunuyorum ve iyi haftalar diliyorum…

“3 de erkeği taşır, onu korur onun için.
At: Bedenini taşır, onu ulaştırır. Ona herzaman bir sipherdir. Birçok zorluğu engeli onunla aşar. Atını Kaybeden hayatını,
Avrat: Namusunu taşır, korur namuslu bir avrat eşini yüceltir, Bİrçok güçlüğe onunla göğüs gerer. Avradını kaybeden namusunu,
Silah: Onun namını taşır, onu tehlikelere karşı korur. Onun hem namı hemde şerefidir. Silahını haybeden de canını, şerefini kaybeder.”

 

- Advertisment -