Arhan’la Akademi’de tanıştık. O daha birinci sınıftaydı, ben de zannedersem eğitimin ortalarında. O zaman Akademi bugünkünden çok farklıydı. Sınıf meclisleri, öğrenci temsilcilikleri, senato ve profesörler kuruluna katılım hakkı, v.s.
Bir taraftan ortalıkta dünyayı görünmez kılan korkunç bir şiddet yaşanmaz kılarken, sıradan öğrencilik hayatının içine mimarlık tarihi, kuramı gibi tartışmaları, merakları sığdırabilmek… İmkansız bir işti, çünkü her gün orada burada cinayetler işleniyordu. Başka üniversitelerden getirilen cesetler kimi zaman bezlere sarılı olarak, emin ve korunaklı bir yer diye öğrenci temsilciliğine verilmiş olan alt kattaki salonda saklanıyordu. Ertesi gün yapılacak yürüyüşte taşınmak üzere.
Kimi zaman uzun süreli boykotlar yaşanıyordu. Hatta sıkıyönetim zamanında bile, bütün siyasal gruplar geri çekilmişken Akademi’nin bu aldatıcı “demokratik” ortamı içinde adeta bir bahar havası esiyordu. Dergiler çıkarıyor, festivaller, konferanslar düzenliyor, mimarlık bölümünün duvarlarına Manfredo Tafuri falan gibi o dönemin ünlü mimarlık kuramcılarının makalelerini çevirip asıyorduk. Açıkçası bu farklı öğrenci gençlik hareketine destek veren kimi genç asistanlar ile diyaloglar çok bereketliydi. Hatta tezlerini öğrencilerle birlikte tartışarak hazırlayanları bile vardı. Ama her sorunun çözümünü iktidarı ele geçirmekte arayan siyasal gruplar kadar dönemin kalburüstünde kalan seçkinleri, muhafazakar ve yaşlı hocalar da şaşkındı. Çünkü Arhan gibi sosyalleşmiş öğrenciler -üstelik hiçbir siyasal harekete, gruba dahil değilken- acaip işler ortaya koyuyorlardı.
Arhan’ın hayaller peşinde insanları bir araya getirme deneyimi belki de bu çelişkili, şiddet dolu evrenin içinde olağan üstü işlerle, bağımsız eylemliliklerle var olma çabasıyla gelişmiş olabilir diye düşünüyorum. 80’li yıllarda zannedersem yaratıcı işler yapmaya aday olan, üniversite eğitimini boşa geçirmemiş -ama öğrenciliğinde yaşadığı çelişkiler nedeniyle hevesi de kursağında kalmış- kişileri bir araya getirme deneyimi.
Arhan nereden yetişti? Nasıl böyle bir deneyim sahibi oldu?
Ali Akay T 24’deki yazısında “…bu hayal gücü nereden kaynaklanmaktaydı? İlk tanıştığımda o 1990’ların başında yurt dışından ülkeye gelen bir sürü üniversite hocası, entelektüel ve sanatçı gibi onun da New York’tan geldiğini sanmıştım. Kendisine sordum ve bana cevabı daha da şaşırtıcıydı: “Benim daha pasaportum yok” dedi. Bu hayal gücü nerden gelmekteydi?” diye soruyor.
Şaşırtıcı olan da buydu.
Sanat ve mimarlık alanında ışıldayan konulara bakarak -özellikle de kolej mezunu öğrenciler- bir şeyler öğrenmek için yurt dışının şart olduğunu düşünüyorlardı. Sonra da okulda kalarak bu imkanlarını geliştirebileceklerini zannediyorlardı.
Lisansüstünde iyi bir eğitim için Avrupa (ya da ABD) üniversitelerine gitmeyi planlayan arkadaşlarımıza ironik bir şekilde bu durumu -kendimce- şöyle izah ediyordum: “Yurtdışına gitmekten önce İstanbul’a gitmek.” Üniversiteye kadar İstanbul’u kendi yaşadığımız mahalleden, sosyal çevreden ibaret zannediyorduk. Orada ilişkilerimiz değişti. Gecekondu bölgelerini, şehrin merkezindeki yoksul göçmenlerin yaşadığı semtleri keşfettik ve sıcak, güvenli yuvalarımızı terk ettik.
İstanbul yaşanan çelişkiler, siyasal sorunlar, kuramsal gelişmeler açısından muazzam bir deneyim alanıydı. Arhan İstanbul gibi bir şehrin uluslararası deneyim alanı olduğunu keşfeden önemli bir kişiydi. Belki de babasının iyi bir sanatçı olmasından dolayı bunu hepimizden önce fark etmişti. Sanat yönetimiyle ilgili konular, hatta emprezaryolar konusunda hiç bilmediğimiz konularla tanışmamızı sağlamıştı.
Sıraselviler’de eski bir bina bulmuştu. Hep birlikte kiraladık. Bina bir anda şehrin en çekici buluşma mekanlarından birine dönüştü. Hem çalışıyor hem içinde yaşıyorduk.
Bina sahibi gelen gidenleri görünce “sizin mimarlık, tasarım işleri falan yapacağınızı zannediyordum, oysa siz burada başka iş yapıyorsunuz” diyerek çıkışmıştı.
Bir gün merdivenleri çıkarken ceketinin omzu tozlanan Jacques Séguéla gelmişti gibi hatırlıyorum. Kitapları o sıralarda çok satan bu dünyaca tanınmış reklamcı bize ısrarla ortaklık teklif ediyordu. Arhan o ciddi toplantıya hiç unutmuyorum, muzip bir şekilde başında saplanmış bir balta ile gelmişti. Arkamızdaki köprüleri yakmamak için bu baştan çıkarıcı teklifi kabul etmedik.
Partilere ise neredeyse şehirde ne kadar sıradışı insan varsa geliyordu. Sonrasında partiler bu mekanın dışına taştı. Boya Fabrikası, Kasımpaşa Un Fabrikası, Plato, MTV gibi yerlere doğru yayıldı. Arhan düzenlediği çılgın partilerle İstanbul’un entelektüelleri ile sıradışı sanatçılarını, sanat hamisi sermaye sahiplerini buluşturan isim haline geldi.
“Seretonin” adını zannedersem gene sıra dışı bir zihin dünyasına sahip bir sanatçı, Gürel Yontan bulmuştu. 1989 yılında düzenlenen birinci etkinlik zannedersem İstanbul’un sanat tarihinde bir kırılma noktası oldu. Sonrasında henüz faaliyette olan Yedikule Gazhanesi’ndeki ikincisi de öyle. Kamudan hiçbir destek almadan gerçekleştirilen bu etkinliklerde elektrik tesisatından aydınlatmaya, eserlerin üretimine kadar Arhan’ın harekete geçirdiği yüzlerce insan birlikte çalıştı. On binlerce insan katıldı. Arhan’ın sıra dışı insanları bulşturma, keşfedilmeyi bekleyen fikirleri, kimsenin aklının almayacağı hayalleri gerçekleştirme yeteneği vardı. Bu etkinlikler ile birlikte artık bir vakıf kurma düşüncesi gelişti. Birlikte İstanbul Tanıtım Araştırma Vakfı (İSTAV) adlı bir vakıf kurduk. Arhan kendi elindeki resim varlığı, Esra Ekmekçi’nin engelleri aşan iş bitirici zekası ile “beş parasız” bir vakıf sahibi olmuştuk.
Şehrin tarihindeki bir “kırılma noktası” dedim. 90’lar Salt’taki sergide dile getirildiği gibi şehrin tarihindeki önemli bir dönemdi. Zor koşullar için genç profesyoneller kendilerine göre bir yöntem sahibi olmuşlardı. Fikir üretimi piyasaya ya da iktidara bağımlı olduğunda, bunun nasıl geliştiği, filizlendiği galiba pek anlaşılmıyordu. İşte Arhan gibi kişilerin asıl meselesi bunu öğrenmek için yurtdışına gitmeye değil, nasıl olabileceğini araştırmaya, üretmeye dayanıyordu.
Tasarım işleri kurumsal bürokrasilerden ayrışıyor, onların gölgesinden kurtuluyor ve yaratıcı insanlar bağımsız olarak çeşitli profesyonel alanlar oluşturuyorlardı. Kendi ayakları üzerinde durabilen bu insanlar elde ettikleri gelirleri 80’li yıllarda kursaklarında kalan işleri başarmak için kullanıyorlardı.
Ama bu kişilerde özgüven yaratan süreç ne kadar şenlikli bir şekilde yaşanıyor olsa da, kendi içinde acılarla doluydu. Arhan ve hepimiz için zannedersem bir iç kırılma noktasını da Hüseyin Katırcıoğlu’nun ölümü oluşturdu. Arhan’la Hüseyin Kasımpaşa’daki Un Fabrikası’nı bildik deneyimleri sorgulayan bir sanat merkezine dönüştürüyorlardı. Hüseyin bir gün tek başına onarmak için çatıya çıktığında paslanmış oluklu saçlardan içeri, 9 metreden beyin üstü betona düştü. O güler yüzlü, her şeyle dalga geçmeyi bilen, olağanüstü becerikli ve yaratıcı kişi bir anda gitti. O tarihten sonra Arhan’ın yüzündeki o pırıltılı bakışı görüşümde, her gülümseyişinde o burukluğu hissediyordum. Hüseyin’in yokluğu herkesi çok etkiledi, çok erken yaşanmış bir acıydı. Ama zannedersem Arhan’ı hepimizden fazla.
Arhan hiçbir zaman pes etmedi. “İstanbul Design Week” adlı etkinlikleri gerçekleştirmeye başladı. İstanbul’un Kültür Başkenti olmasının arkasında da onun yaratıcı dehası vardı. Ama hiç bir zaman kendisini öne çıkarmadı, arkada kalmayı tercih etti.
Onun sayesinde tanıdığım olağanüstü kişilerin hepsi erkenden gittiler. Onlar birer dehaydı. Fulya Erdemci, Hüseyin Bahri Alptekin, Özgür Uçkan, Mehmet Güleryüz, Komet… Her bir kayıpla şehrin mucizeler yaratan bu pırıltılı ışıkları bir bir söndü. Arhan’ın kaybı da herhalde onların gidişine nihai bir başlık koydu. Bu iş burada bitti bitti mi? Acıyla mı, erken mi… diyeceğim ama çok daha fazlası.
Arhan’sız bir şehrin İstanbul olamayacağını düşünüyorum. Arhan’ın gidişi ile 90’lar’ın ışıkları söndü. Geriye kalanlar artık bu acıyla yaşamak ve yüzleşmek zorundalar. İstanbul’un ışıkları sahiden söndü mü? Arhan aramızda olsaydı cevabı hiç şüphesiz buruk bir gülümsemeyle “hayır” olurdu.
Biliyorum İstanbul onu unutmaz.