Ana SayfaYazarlarAşırı korumacılık iyi mi?

Aşırı korumacılık iyi mi?

 

On dört yıllık AK Parti iktidarında, ne ülkenin doğudan batıya değişen çehresi, ne ekonomideki sıçrama, ne sosyal devlet uygulamaları, ne de onurlu ve bağımsız dış politika, demokratikleşme hamleleri kadar önemli değil.

Demokratikleşme, Türkiye’nin tüm kazanımlarının kalıcılaşmasının ötesinde, dünya ölçeğinde oynadığı rolü birçok aktörün hiç de hoşuna gitmeyecek biçimde etkinleştirme potansiyeli taşıyor ve tam da bu sebepten hedefte.

Gerici, feodal ve benzeri, kanıksanmış, bol keseden kullanılan yaftalamaların içinden geçip gelen İslâmî akide, AK Parti kimliğinde ve hemen herkesin şaşkın bakışları altında ülkeyi hiç görmediği bir demokrasi seviyesine taşıdığı halde, bugün hareketin karşısındaki blok, neredeyse tüm karşı argumanlarını anti-demokratik söylem ve uygulamalar üzerinden yükseltiyor.

Ve tabii her zamanki gibi hemen bütün namlular Erdoğan’a döndürülmüş durumda. Erdoğan’ın lâfı dolandırmadan, direkt ve herkesin anlayacağı dilden konuşma üslubu, ellerindeki tek silâh.

Çeşitli sebeplerle, çoğu önyargılardan oluşan anti-AK Partici kitlenin algısı, en çok da Erdoğan’ın bu üslubu kullanılarak şekillendiriliyor ve böylece anti-AK Particilik bir tür anti-Erdoğancılığa evriliyor.

Bunun bir uzantısı, “Erdoğan’a hakaret”in bir kampanyaya dönüştürülmesi. Önceden kesinleşmiş fakat tecilde cezası bulunmayan birilerine, basın, tweet, vs yollarla “Cumhurbaşkanına hakaret” suçu işletiliyor; şahsın ifadesi alınıp yargılanıyor; yargılamanın sonu, para cezasına çevrilen ya da tecil edilen hapis cezası oluyor ve bu medyada “Erdoğan’a hakarete şu kadar yıl, şu kadar ay hapis” şeklinde yansıtılıyor.

Anti-AK Particiliğin anti-Erdoğancılığa dönüşmesinin miladının Gezi olayları olduğu söylenebilir.

 

Topçu Kışlası lansmanından, polisin parktaki göstericilere anlamsız müdahalesine kadar bir hatâlar silsilesiyle alevlenen olaylar karşısında, hükümet cenahındaki hemen herkes yumuşak ve yatıştırıcı bir üslubu tercih ederken, konuya yurt dışı gezisi yüzünden görece geç dahil olan Erdoğan tam tersine sert bir üslubu benimsemişti.

Hemen her zamanki gibi bu sert üslup, göstericilerin âdâb ve hakkaniyeti çoktan aşmış, neredeyse zıvanadan çıkmış taşkınlıklarına AK Partili büyük bir kitlenin sokaklarda verebileceği bir karşılığı engelledi.

Muhtemelen Erdoğan da diğer yetkililer gibi yumuşak bir üslubu benimsese, hem bir irade düşüklüğü algısı azgınlığı daha da artıracak, hem de AK Parti seçmeni sokaklara inecekti.

Bu olası felâket, Erdoğan’ın kitlenin sesi olmasıyla engellenirken, diğer yetkililerin sağduyulu ve yatıştırıcı söylemleri de karşı tarafı yumuşattı ve olaylar söndü.

Gezi olayları söndü; ancak bunun yerini, yukarıda söylendiği gibi özellikle Erdoğan’ı hedefleyen bir kampanya aldı.

“Diktatörlük” ile “anti-demokratik uygulama” iddiaları arasında salınan uydurma savların odağında da, neredeyse hep ve tek başına Erdoğan, Erdoğan’ın söylemi yer aldı.

Özellikle 17-25 Aralık 2013’teki kriz çıkarma ve devirme girişiminden sonra, çoğu zaman mesnetsiz olduğundan hakarete sapan bütün bu argüman çorbası kaynatılırken, artık sadece Erdoğan değil, ailesi de hedef alınıyordu.

Elbette bu dozu kaçmış izansızlık, karşısında yansımasını da buldu.

Bir grup AK Partili, özellikle Fetullah Gülen Cemaatinin de zehirli etkisine reaksiyon sonucu, Erdoğan çevresinde duygusal yoğunluğu yüksek, buna karşılık akıl ve mantık hatâları yapabilen bir çember oluşturdu, bir duvar ördü.

Aslında harici saldırıların yol açtığı bu duvar, karşı tarafla köprüler çoktan atıldığından giderek içe yöneldi ve Erdoğan’a getirilen en küçük bir eleştiri “ihanet” olarak yaftalanmaya başladı.

Zamanla bu alanın içine rekabet ve hamaset doldu. Para politikası, Merkez Bankası, faizler, hattâ Amerika ve FED, çok da bilgi temelli olmayan bir şekilde tartışılır oldu.

Bu kutuplaşmacılığın AK Parti üst kadrolarına musallat oluşu ise 7 Haziran Seçimleri sonrasındaydı ve bu sefer koalisyon görüşmeleri sebebiyle Davutoğlu’nu hedef alıyordu.

 

En basit ifadesiyle, AK Parti tek başına iktidar olmaya yetecek oyu alamamıştı ve o sırada koalisyon seçeneği herkes için ön plandaydı.

 

Elbette ki seçim sonuçları belli olur olmaz sair partilerin açıklamaları bir koalisyonun ne AK Parti ile ve ne de birbirleri ile mümkün olamayacağını gösteriyordu. Ama bir yeniden seçim, ancak koalisyon arayışlarının kesin başarısızlığı ile mümkündü.

 

Nitekim bizzat Cumhurbaşkanı Erdoğan, “Temennim, ülkemizin içinde bulunduğu şartların hassasiyetine uygun şekilde, yeni hükümetin bir an önce kurulmasıdır. Türkiye’nin, geçmişi tartışan değil, geleceğin inşası konusunda irade ortaya koyacak bir koalisyon hükümetine ihtiyacı var. Böyle bir uzlaşma sağlanamadığı takdirde mercii yine milletimizdir” demişti.

 

Ancak aşırı korumacı bir kesim, bu sözleri ve durumun özelliklerini de hiç umursamadan, herhangi bir koalisyon ve özellikle de CHP ile koalisyon arayışına “asla” diyordu. Her şey bir yana; bu tavır taktik esneklikten de yoksun bir mutlakçılığa varmaktaydı.

Bu çerçevede, sorumluluk sahibi bir siyaset adamının yapması gerekeni yapıp koalisyon denemelerinde samimiyetle çaba gösteren Davutoğlu, yine aşırı korumacılar tarafından, kendi iktidarına ortak arama mantıksızlığında “ihanet” etmekle suçlandı.

Hedefe konan sadece Davutoğlu değil, olası koalisyonlar üzerine fikir beyan eden başkaları da oldu.

Onlar da “ihanet” ile suçlandı.

 

Bu çerçevede, AK Parti’nin hiç yararına olmayan bir “reisçi-hocacı” kamplaşması da yapay ve yüzeysel biçimde kışkırtılmak istendi, isteniyor.

“Düşman” ve “hainler” kategorilerini daraltacağına habire genişleten bu anlayış, Artvin Cerattepe olaylarında yine vites yükseltti.

Aynı Gezi döneminde olduğu gibi, toplumsal hassasiyetlerin kullanıcısı bazı odakların sömürüsüne konu olan olayların yatışması için eylemcilerle konuşarak maden çalışmasını mahkeme sonrasına bırakma sözü veren Davutoğlu, hiç olmazsa bu sefer ihanetle değil ama “iktidarsızlık” ile suçlanıyor.

Başka bir deyişle, sözünü ettiğim aşırı korumacı kesim, bazı aidiyet hassasiyetlerini sömürmek uğruna, Artvin olaylarında da sertlik ve müsamahasızlıktan yana.

Bu tavır, bir kere cumhurbaşkanına da yarar değil zarar getiriyor. İkincisi, AK Parti’nin demokratik karakteri ve demokratikleşmeci potansiyelini zedeliyor.  

Üçüncüsü, giderek daha çok sayıda kesimi karşısına alıyor; büyüyen tepkilere hedef oluyor.

 

- Advertisment -