Kürt sorunu, çözüm sürecinin sona ermesinden sonra maalesef yeniden güvenlik mülâhazalarının ön planda tutulmasına tanık oldu, oluyor. Bu da, Kürt sorununun aşırı güvenlikçi paradigma ile ele alındığı, sorunun “terörle mücadele”ye indirgendiği eleştirilerine yol açıyor.
Bu eleştirel okumalar, Kürt sorununun yeni doğasını yeterince görememekten kaynaklanıyor. Kürt sorununun bugün için aşırı güvenlikçi paradigma ile karşılanmasının, geçmiş doğalardan farklı bir özelliği var. Biz aşırı güvenlikçi ortama, çözüm sürecinin çökmesinden sonra geçtik.
Dünya deneyimleri bize şunu söylüyor: Taraflar (veya taraflardan biri) müzakere masasını devirdiğinde “askeri müzakere” başlar. Askeri müzakerede ise çatışmalar daha da artar. Çünkü taraflar çatışmaların güç müzakeresi olduğunu düşünür; yeniden masaya elleri güçlü bir şekilde oturmak için aşırı motive olurlar. Bu da sürecin doğası gereği şiddetin diğer faktörlerden daha ön plana çıkmasını gerekli kılar.
Ayrıca güvenlik mülâhazalarının yeniden ön plana çıkmasının, daha önceki güvenlik mülâhazalarından farklılık arz ettiğini özellikle vurgulamak gerekir. Örneğin yeni güvenlik paradigması 1990’ların güvenlik paradigmaları ile kıyaslanamaz ve irtibatlandırılamaz. O dönemde güvenlik politikalarına yön veren saik, Kürt sorununun yok sayılmasıydı. Bugün güvenlik paradigmasını yaratan sonuç, PKK’nin çözüm masasını devirerek yeniden çatışmalı süreci başlatmasıdır. Dolayısıyla güvenlikçi ortamı doğuran hem aktör hem de zihniyet açısından geçmişle çok büyük farklar söz konusu.
* * *
İktidar ve devlet açısından bakıldığında, güvenlik paradigmasına dönüşü mecburî kılan üç önemli faktör daha var.
(1) Çözüm süreci çöktükten sonra kamuoyunun yönetilmesi problemi baş gösterdi. Eğer şiddet aşırı güvenlikçi politikalarla kontrol altına alınmamış olsaydı, toplumsallaşacaktı. Nitekim yer yer tehlikeli etnik gerilim vakaları oluşmaya başlamıştı. Ancak güvenlik güçlerinin duruma hakim olduğunun anlaşılmasından sonra, bu vakalar yerini sakinleşmeye bırakabildi.
(2) Kürt sorununun ekseni değişmişti. İç ağırlıklı giden sorun çok dramatik bir şekilde uluslararası bir soruna dönüşmüştü. Bu da dışarıya güvenlikçi bir bakış açısını zorunlu kılıyordu. Suriye’de bir teritoryalite oluşturuluyor, PKK askeri açıdan donatılıyordu. Bunlara karşı geliştirilecek yaklaşımlar askerileşmeyi gerekli ve öncelikli kılıyordu.
(3) Karşımızda kendi adalet anlayışı uğruna düzen bozan bir sivil toplum kuruluşu yoktu. Resmen yarı konvansiyonel savaş kapasitesi kazanmış, orta yoğunluklu şiddet uygulayabilen, ordulaşmanın eşiğine gelmiş bir güç vardı. Bu gücün uyguladığı şiddetin kontrol altına alınması, ancak aşırı güvenlik stratejileri ile söz konusu olabilirdi.
* * *
Sorunun çok fazla güvenlik paradigması üzerinden mülâhaza edildiği, sırf terörle mücadeleye indirgendiği eleştirisinde hiç mi haklılık payı yok? Çözüm sonrası yeniden müzakere için ortam oluşmuş ve taraflardan biri bunu tepmiş olsaydı, “Kürt sorununu aşırı güvenlikçi yaklaşımlara indirgiyoruz” tespiti yapabilirdik. O zaman iktidar ve devlet, “adaletsiz bir barış bile olsa, barış ahlâki bir önceliktir” tezinde ısrar eden bir örgüte karşı “haklı savaş” seçeneğine yönelmiş olacaktı. Bu da “haklı savaş”ın meşruiyetini zedeleyecekti. Oysa karşımızda savaşının meşruiyeti ve kullandığı araçların ahlâkîliği açısından 1990’larla kıyaslanabilecek bir devlet de yok.
Devlete ve iktidara, güvenlik politikalarını destekleyecek sosyal ve siyasal yaklaşımları, psikolojik faktörleri yeterince geliştiremediği eleştirisini yöneltebiliriz. Bir de tüm Kürtleri karşıya almama uyarısı haklı olabilir. Ancak bu yaklaşım da (referandumda görüldüğü gibi) Kürt aktörlerin zaman zaman rasyonellikten uzaklaştıkları gerçeğini göz ardı etmemeli.