Yakın zamanlarda George Orwell’in bir makalesini okudum (*). Orwell “her konuda düşüncemizi etkileyecek kadar yaygın ama adı henüz konmamış bir düşünme şeklimiz”den bahsediyor bu makalesinde. Bu düşünme şeklini — en yakın karşılık olarak düşündüğü için — “milliyetçilik” olarak adlandırıyor. Ama milliyetçiliği bilinen mânâsında kullanmıyor Orwell. Zira onun bahsettiği duygunun bir milletle, bir ırkla veya bir coğrafyayla zorunlu bir ilişkisi yok.
Bu çerçevede Orwell milliyetçiliğe iki anlam yüklüyor. İlki, “insanların böcekler gibi sınıflandırılabileceğini ve milyonlarca, on milyonlarca insanın rahatlıkla ‘iyi’ ya da ‘kötü’ diye etiketlenebileceğini varsayma alışkanlığıdır.” İkincisi ise “insanın kendini tek bir ulusla veya başka birimle özdeşleştirerek, onu iyinin ve kötünün ötesine yerleştirip onun çıkarlarına hizmet etmekten başka bir görev tanımamasıdır.”
Milliyetçilik, vatanseverlik değil
Orwell, oldukça muğlak tanımlanan ve bazen birbirlerinin yerine kullanılan milliyetçilik ile vatanseverliğin arasına kesin bir çizgi çiziyor, onları birbirinden ayırıyor. Vatanseverlik, kişinin belli bir yere ve yaşam biçimine bağlılığını ifade eder. Kişi, dünyada daha güzel bir yer veya daha iyi bir yaşam biçimi olmadığını düşünebilir — ama onu başkalarına dayatmaz. Oysa milliyetçilik farklıdır; hem askeri hem kültürel alanda bir iktidar arzusunu, bir dayatma arzusunu yansıtır.
Orwell, “daha iyisini bulamadığı için” milliyetçilik diye tarif ettiği düşünce biçiminin, siyasal yelpazenin her tarafını etkisi altına aldığı iddiasındadır. Milliyetçilik, bu çerçevede, komünizm, siyasi Katoliklik, Siyonizm, anti-semitizm, Troçkizm veya pasifizm gibi çok çeşitli hareketleri ve eğilimleri de içine alır. Milliyetçinin ille de bir ülkeye ya da hükümete sadakat duyması, ya da bütün bir hayatı ona göre tanzim ettiği birimin gerçekte var olması gerekmez. “Yahudilik, İslam, Hıristiyanlık, proletarya ve beyaz ırk, hepsi de tutkulu bir milliyetçilik duygusunun nesnesidir; ama gerçekte var olup olmadıkları ciddi bir şekilde sorgulanabilir ve hiçbirinin evrensel kabul gören bir tanımı yoktur.”
Milliyetçiliğin davranış kodlarından iki tanesinin özellikle altını çiziyor Orwell. Biri, her meseleyi temelde bir prestij yarışı olarak görmesidir. Bir milliyetçinin beslediği duygular olumlu da olabilir, olumsuz da. Zihinsel becerilerini bir fikit veya pozisyonu desteklemek için de kullanabilir, karalamak için de. Ama her koşulda düşünceleri galibiyet ile mağlubiyete, üstün gelmek ile küçük düşmeye yöneliktir. “Tarihi ve özellikle yakın tarihi büyük iktidar birimlerinin sonsuz şekilde yükselişi ve çöküşünden ibaret görür ve meydana gelen her olay ona kendi tarafının iyiye, nefret ettiği rakiplerinin ise kötüye gittiğinin kanıtı olarak görünür.”
Kendini aldatmayla karşılık bir iktidar açlığı
Her hadiseyi galibiyet ve mağlubiyet karşıtlığına yerleştirmekle birlikte, milliyetçiler “başarıya tapan” kişiler olarak görülmemelidir. Çünkü milliyetçi, her halükarda güçlü tarafta yer almak gibi basit bir ilke ile hareket etmez. Tersine, bir milliyetçi önce tarafını seçer ve sonra o tarafın en iyi ve güçlü olduğuna kendini ikna eder. Zamanla ortaya çıkan gerçekler onun bu düşüncesinin yanlış olduğunu şüpheye yer bırakmayacak derecede kanıtlasa da, milliyetçi inandığından vazgeçmeyebilir.
Bu da bizi milliyetçilerin ayırdedilmesini sağlayan diğer davranış koduna götürür. Milliyetçilik kendini aldatmayla karışık bir iktidar açlığıdır. “Her milliyetçi, dürüstlükten en aleni şekilde sapmaya muktedirdir ama aynı zamanda — kendinden büyük bir şeye hizmet ettiğinin bilincinde olduğundan — haklılığına sarsılmaz bir güven duyar.”
Bu gibi hususları içeren, geniş sayılabilecek bir izahatın ardından, Orwell milliyetçi düşünme tarzının üç önemli özelliğinin altını çiziyor: Birincisi, saplantıdır. İki yönlüdür bu saplantı: Bir milliyetçi hem “kendi” tarafının üstünlüğüne hem de “karşıt” tarafın düşkünlüğüne saplantılı bir inançla bağlıdır. Eleştiri kabul etmez; karşıtının haklı olabileceği ihtimaline bile tahammül edemez. Eğer biri, onun tarafının hatalı olduğuna dair en ufak bir imada bulunup da karşı tarafı az buçuk övecek olsa, bundan çok büyük bir rahatsızlık duyar, huzursuzluğa kapılır.
İkincisi, istikrarsızlıktır. Milliyetçi, kendini şu veya bu ilkeye, değere veya birime adamış olabilir. Ama bu, milliyetçinin kendini adadığı ilkenin, değerin veya birimin ilânihaye değişmeyeceğini göstermez. Zaman içinde aynı milliyetçi, başka bir ilke, değer veya birim ile de aynı adanmışlık ilişkisini kurabilir. Dolayısıyla milliyetçinin sadakati, kolayca başka bir yere aktarılabilir. “Geri kafalı bir komünistin birkaç haftalık bir boşlukta eşit derecede geri kafalı bir Troçkiste dönüşmesi sıradan bir manzaradır.”
Yani bir milliyetçinin duygularının nesnesinde bir istikrar yoktur; bu nesne pekâlâ değişebilir. Bir gün sosyalist olur, ertesi gün liberal. Bir vakit hümanist kesilir, sonra keskin bir ırkçı. Ama milliyetçinin ruhsal durumu değişmez; dün hayatı pahasına karşı koyduğuna bugün aynı cansiperanelikle sarılabilir. “Tahtından indirilmiş bütün idoller farklı isimlerle yeniden canlanabilir ve gerçekte ne oldukları fark edilmediğinden rahat bir vicdanla tapılabilirler. Aktarılan milliyetçilik, tıpkı günah keçisi kullanmak gibi, davranışlarını değiştirmeden kurtuluşa ulaşma yöntemidir.”
“Nesnel hakikate kayıtsızlık”
Üçüncüsü, gerçeğe kayıtsızlıktır. Aslında burada söz konusu olan, gerçeğe kayıtsızlıktan çok, gerçeklere seçici yaklaşmaktır. İşine yarayanı parlatıp, işine gelmeyeni görmezden gelmektir. Eğer bir olgu “dâvâ”sına hizmet ederse, milliyetçi o olguyu alır, allar pullar, gündemin zirvesine çıkartır ve herkesin gözünün içine sokmaya çalışır. Aksi olursa, yani bir olgu içinde bulunduğu tarafa zarar verecek gibiyse, bu takdirde milliyetçi hem kendi gözlerini kapar hem de başkalarının söz konusu gerçeği görmesine mani olmaya gayret eder.
“Milliyetçiler kendi taraflarının yaptığı vahşeti tenkit etmemekle kalmazlar, bunlarla ilgili bir şey duymamak konusunda da olağanüstü bir yeteneğe sahiptirler. Hitler’in İngiliz hayranları toplama kamplarının varlığını altı yıl boyunca öğrenmemeyi becerdi. Alman toplama kamplarını en yüksek sesle ve şiddetle eleştirenler ise Rusya’da da toplama kampları olduğunu genellikle ya hiç bilmiyor ya da hayal meyyal farkında.”
Başlıca zihinsel alışkanlıkları bunlar olan milliyetçiliğin bir ülkede baskın hale gelmesi, vahim neticeler doğurur. Evvelâ, düşünce dünyası kuraklaşır. Zira milliyetçinin gerçekle ilişkisi sorunludur. Gerçeğin ortaya çıkmasıyla ilgilenmez; zafer-hezimet, galibiyet-mağlubiyet ikilemlerini kendi çıkarına uygun bir şekilde değerlendirmeye çalışır. Onun istediği, gerçekten doğru ve haklı olmak değil, kendi tarafının karşıtlarını alt ettiğini görmek ve hissetmektir. Bu nedenle “bütün milliyetçi tartışmalar münazara kulübü düzeyindedir. Hep sonuçsuz kalırlar, çünkü her tartışmacı zaferi kendisinin kazandığına inanır.”
Tek doğru, tek yanlış
Orwell, 1930 ve 1940’ların Britanyası ve hattâ genel, evrensel düşünce ortamını resmediyordu. Ama onun makalesinde 2010’ların Türkiyesini görmek de mümkün. Anlattıkları, memleketin düşünce dünyasına yön verenlerin ruh haline çok denk düşüyor. Bu nedenle onları sizinle de paylaşmak istedim.
Gerçekten de Orwell’in ifade ettiği şekliyle milliyetçilik, Türkiye’nin siyaset ve düşünce dünyasına giderek daha fazla sirayet ediyor. Kendi mahallesine ve grubuna sığınanların sayısı artıyor. İnsanları blok olarak “iyi” ve “kötü” olarak tasnif etmek yaygınlaşıyor. Her grup kendisini doğruluğun yegâne temsilcisi görürken karşıtını şer’in müsebbibi olarak takdim ediyor. Her birim kurtuluşu sadece kendi reçetesinde bulurken karşıtlarının bütün söylemlerini ve eylemlerini felâketle eşdeğer tutuyor. Böylelikle problemlere akılcı şekilde yaklaşmak ve hakikat arayışı anlamında makul bir tartışma yapmak mümkün olmaktan çıkıyor.
Hülasa, Orwell’in tuttuğu aynadan bakınca, hepimizin — hadi biraz insaf edelim, kahir ekseriyetimizin — şu veya bu şekilde milliyetçilikle malûl olduğunu söylemek haksızlık teşkil etmese gerektir.
(*) George Orwell, “Milliyetçilik Üzerine Notlar”; Faşizm Kehanetleri (çev. Aylin Onacak, Sel Yayıncılık, İstanbul, 2016) içinde, s. 31-54.