Ana SayfaYazarlarAteş Tanzim Subayları

Ateş Tanzim Subayları

 

[28 Temmuz 2019] İktidar medyasının öfkesi ve sözel şiddeti halen de sınır tanımıyor. İstanbul seçimlerinden sonra biraz yatışabilir diye düşünmüştüm; pek o yönde gitmiyorlar gibi. Tersine, büsbütün hırs basmışa benziyorlar.

 

Geçmişi özetlersek, hedefte kâh bazı aydınlar ve basın mensupları yer alıyor. Önceden bir şekilde mimleniyor; muhalif oldukları, tehlikeli faaliyetlerde bulundukları, ya da en azından yeterince yerli ve millî özellikler göstermedikleri düşünülüyor. Büyükada insan hakları aktivistleri. Alman vatandaşı bazı gazeteciler. Rahip Brunson. Osman Kavala. Cumhuriyet yöneticileri, köşe yazarları ve muhabirleri. Bir metnin ilk imzacıları itibariyle 1128’ler diye bilinen öğretim üyeleri ve elemanları. Belki, kendi hallerine bırakılırsa bir odak oluşturacaklarından; demokratik itirazların çoğalması için emsal teşkil edeceklerinden; buradan yeni bir kitle hareketinin dahi uç verebileceğinden korkuluyor. Belki yabancılarla, Batıyla, dış dünya ile haince bir işbirliği içindeymiş gibi gösterilmelerinden, kapıları kapatıp otarşizme gömülmek adına yarar umuluyor.

 

Öyle veya böyle, bir işaret veriliyor. Ya politikacılar konuşuyor ve doğrudan suçluyor; topyekûn hukuk tanımazlık pahasına yargıya talimat veriyor, bunları halledin diyor. Veya başka bir merciden, filanca tür ve cinsten yaratıklar artık yasal koruma altında değil, av mevsimi açıldı, atış serbest mesajı gidiyor. İster ağır toplar (Sabah, Hürriyet, Milliyet vb), ister küçük troller topluca harekete geçiyor. Her nasılsa “biliyor”lar, cadı kazanına atılacakların neler neler yaptığını. 1950’lerde Ferenc Molnar diye bir Macar antrenör vardı, Türkiye’ye gelip giden. Daha İstanbul’a ayak basar basmaz, kırık dökük Türkçesiyle “Ben var Fenerbahçe yapmak şampiyon, çünkü ben Molnar, ben biliyo” türü demeçler verirdi. Bazı gazetelerin genel yayın yönetmenleri ve köşe yazarları da bu tip birer “Molnar”; hepsi herşeyi “biliyo.” Geçelim, en basit insan ve sanık haklarını ayaklar altına alan adî hakaret yağmurlarını. Masumiyet karinesini hiç duymamışlar anlaşılan. Mufassal iddianameler, esas hakkında mütalaalar düzenliyorlar kendi başlarına. Ne casusluk kalıyor, ne terörizm. Daha baştan, ağır hapis cezalarına hükmediyorlar. Fakat derken… aylar sonra da olsa tahliye kararları geliyor. Kendi yalanlarına o kadar inanmışlar ki, şaşalıyorlar ilk ağızda. Fakat hiç utanmıyorlar. Ya görmezden geliyorlar. Ya “durun bakalım, bu beraat kararı değil ki” diye avunuyorlar. Ya da bin beterini yapıyor; beğenmedikleri kararı veren hâkimlere demediklerini bırakmıyorlar.

 

Bu yaylım ateşlerinden kâh CHP, kâh AK Parti içi veya çevresindeki muhalifler de nasiplerini aldı, alıyor. Enis Berberoğlu hakkındaki, yüzde yüz temelsiz ve mesnetsiz mahkûmiyet kararına karşı CHP’nin düzenlediği Adalet Yürüyüşü; ardından, Cumhur İttifakı ile aynı meşru zeminden kaynaklanan Millet İttifakı; ardından Ekrem İmamoğlu… Diğer yanda, Abdullah Gül, Ahmet Davutoğlu, Ali Babacan… Günümüzün gönüllü Yezhov ve Yagoda’larınca, Tek Parti’nin kuruluş terörünün “üç Ali”lerine, ya da Moskova Duruşmalarının başsavcısı Vişinski’ye taş çıkartacak bir sözcük yağmuruna maruz bırakılıyorlar.     

 

En yüksek yargı organları dahi bu tür tecavüzlerin dışında kalamıyor. Çok yakın geçmişte, 31 Mart – 23 Haziran arasında Yüksek Seçim Kurulu’nun illâ iptal diye nasıl baskı altına alındığına tanık oldu. Anlaşılan şimdi de sıra Anayasa Mahkemesi’nde. Gene Sabah, ardından Hürriyet ve Milliyet, 1128’ler bildirisinin ifade özgürlüğü kapsamına girdiği, dolayısıyla şimdiye kadarki yargılama ve mahkûmiyet kararlarının “hak ihlâli” oluşturduğuna karar veren Anayasa Mahkemesi ile, 8-8 beraberliği başkanlık oyunun özel ağırlığı sayesinde kıran Zühtü Arslan’a diş biliyor, şimşekler yağdırıyorlar. Hakikat yerlerde sürünüyor. Namus yerlerde sürünüyor. Bu kararın teröre özgürlük anlamına geldiğini yazmaktan dahi çekinmiyorlar.

 

Bir yerde, bu örgütlenme, itaat ve disipline hayranlık duymuyor da değilim doğrusu. Topçulukta, ordu ve donanmalarda Ateş Tanzim Subayları vardır (İngilizcesi Gunnery Officers, başlarında da Chief Gunnery Officer). Ya da en azından bir zamanlar vardı, şimdi biraz geride kalmış olan “büyük toplar çağı”nda. İşleri, karada bir dizi bataryanın, denizde borda ateşi için düşmana yan dönmüş bir zırhlının bütün A-B-C-D taretlerinin salvolarını tek bir noktada toplamaktı (bkz yukarıda, USS Iowa; mermilerin namludan çıkışının basıncıyla deniz sathında oluşan çukurlar, medyanın yaylımlarının toplumsal bilinçte oluşturduğu çukurları, göçükleri, depresyonları andırıyor).

 

Küçük balıklardan bahsetmiyorum, meselâ görevi günah transferinden, bütün bir “post-truth” toplumunun inşasından muhalefeti (faraza “Ekrem İmamoğlu’nun yalanları”nı) sorumlu tutmaktan ibaret olanlardan. Daha önce de yazdım; asıl, günümüz medyasının Ateş Tanzim Subayı veya Subayları kim/ler, takdirle karışık bir korkuyla, çok merak ediyorum doğrusu.

 

 

 

 

- Advertisment -