Türkiye’de aydın postundan konuşan bir çevre var ki, gerçekten düşünce üretimi gibi bir sorunları kalmamış. İktidara karşı tutkulu düşmanlık taşıyan kesimlerden alkış almaktan başka bir işlevleri yok. Dünya yerinden oynamış, , Mağrip/Mezopotamya ayaklanmış, dalga geri çekilirken Mısır’da darbe olmuş Suriye’de savaş başlamış, Türkiye boşlukta kalmış; Ortadoğu dağılıyor, İslam radikalleşiyor, Rusya İran alan genişletiyor, Batı sendeliyor, Kürtler yön değiştirmiş boy boy ittifaklarla aktör olmaya koyulmuş, Türkiye kendine yol arıyor, korunmaya, bölgede tutunmaya çalışıyor. Bütün bu zor, kaotik gidiş içinde bu derin aydınlar bize döne döne “diktatör Erdoğan’ı” anlatıyorlar. Başka bir sözleri yok.
Ben yıllardır bu takımdan dişe dokunur bir tane ciddi analiz okumadım, dinlemedim. Doğru dürüst bir fikrin olmadığı yerde ne yapılabilirse o yapılıyor… Ağdalı, yapış yapış, paçasından yapaylık akan “duygusallıklar”; ajitasyon, demagoji, felaket tellallığı… Hepsi bu. Bu kadar kalibresizlik olur mu? Oluyor işte.
Bazı gündemler üzerinden gidelim.
Türkiye’de hepimizin gözü önünde kıyamet koptu. Cemaat iktidara açıktan saldırdı. Bunlar, Cemaate dair; bu örgüt neyin nesidir, nasıl var olmuştur, işlevi nedir, sosyolojik/ideolojik/politik yapısı nasıldır, küresel yaygınlığı ne anlama gelir gibi soruları hiç “merak etmediler”, sustular, hatta işi varlığını inkâr etmeye kadar götürdüler. Bazısına sorarsanız, Cemaat iktidarın yolsuzlukları örtmek için yoktan var ettiği sanal bir örgütlenmedir… Evet, bunu da söyleyenler çıktı ve utanmadılar.
Medya sorununda da benzer “seçilmiş körlük”le karşı karşıyayız. Basın dediğinizde düğmeye basılmış gibi “diktatörlük/baskı” çığlıkları yükseliyor. Gerçekten kabul edilemez yargı uygulamaları da var, doğru. Peki, tek sorun bu mu?
Medya bütün katlarıyla dökülüyor. Alper Görmüş hakkını vere vere iktidar ve muhalefet medyasını tartışıyor, eleştiriyor. Neden bu “muhalif aydınlarımızdan” bırakın bir Alper Görmüş’ü, onun stajyeri olabilecek nesnel bakışlı, nitelikli bir figür çıkmıyor; çıkamıyor? Tam tersine; aktivizmi beslemek için yırtınan dezenformasyon bültenleri gibi çıkan Cemaat yayınlarında baş role soyundular bir kısmı?
Bu aydınların Türkiye’deki değişim sürecinin niteliğini, zorluklarını, çelişik dinamiklerini anlamaya ne niyetleri vardı ne de mecalleri. Bilmedikleri, kültürel olarak haz etmedikleri ve en önemlisi pek de kendilerine kulak asmayan bir dünyayı tanımak; onunla konuşmayı, etkileşim içine girmeyi göze almak zor geldi. Öyle bir inat, sabır ya da gölgede kalma, kibirlerine uygun düşmedi. İlk fırsatta mahallenin konforuna dönüp ağız dolusu bağırıp çağırmaya başladılar.
Şimdi geldikleri yere bakıyorum. Ortadoğu’ya ve Kürt sorununa ilişkin yazdıklarını okuyorum. Türkiye yanlış yerde duruyormuş… Yeni Osmanlıcılık hayalleri kuruyormuş… Kürtlerle çatışıyormuş… Savaşı, seçim kazanmak için diktatör çıkartmış… Şimdi de, önümüzdeki yıl yapılacak referandumu kazanmak için devam ettiriyormuş… Hendeklerin barikatların sorumlusu iktidarmış…
Bu sözlerde insanı ahmak yerine koyan bir sığlık yok mu?
Türkiye Arap ayaklanmalarını destekledi, Gazze’ye sahip çıktı, Filistin güçlerinin yanında yer aldı, Mısır’da seçim kazanan Müslüman Kardeşlerle dayanışma gösterdi, Esad’a karşı muhalefetin yanında yer aldı. Bunların neresi yanlıştı? Eğer halkların rejimleri tasfiye hareketi başarıya ulaşsaydı, bugün bu politikalara sataşacak bir kişi bulabilir miydiniz? Peki, sürecin kararması, ayaklanmaların darbe ve kaos üretmesi bu politikaların yanlış olduğunu mu gösterir? Politika elbette risk almayı gerektirir. Fakat Türkiye bu politikaları nedeniyle hasarlar da yaşamadı.
Bugüne gelince; Türkiye’nin yükselen fırtına karşısında, kendini, toprak bütünlüğünü korumaya alma dışında bir tutumu var mı? Neo Osmanlıcılık klişelerinin kanıtları neler?
Kürt sorununda şiddetin geri dönüşü ise çok açık ki PKK’nın alan hâkimiyeti ve devletleşme stratejisiyle ilişkili. Ayağını yere vura vura ağlayarak yalan söyleyen çocuklar gibi, savaşı seçim kazanmak için Erdoğan’ın çıkarttığını tekrarlayanlar PKK’nın niye bu savaş oyununa geldiğini bir türlü “anlamadılar”… “Yanlış” buldular, “anlamsız” buldular, “akılsız” buldular… Fakat nedense gözlerinin önünde bütün açık ifade araçları ve somut siyasal pratiğiyle nal gibi duran PKK stratejisini bir türlü “göremediler”…
Kürt çocukları için çok üzülüyorlar. Şiddetin kıyıcılığına aldırmadan halay çeken yaşlı Kürt kadınlarının cesaretine, inancına, inadına hayranlar. Öldürenlerin değil, elbette şövalye ruhlarının emrettiği yerde; ölenlerin yanında duruyorlar. Kürtlerimiz, ah Kürtlerimiz diye ağıtlar yakıyorlar…
Artık hiçbir sözlerine inanmıyorum. Ne yazık; bir zamanlar içimi titretmiş, gözümü yaşartmış kelamların sahiplerine tırnak kadar güvenim kalmadı. Kıvrım kıvrım işlenmiş, süslenmiş, etkisi ölçülüp tartılmış, ince işçilik kokan o varaklı ajitasyon cümlelerinin, ruhlarında hakiki bir karşılığı yok. O “Kürtlerimiz” ağıtları, Kürtleri iktidarın öldürdüğünü bağırmak için yakılıyor. Kürtlere merhamet değil, iktidara duyulan nefret o cümleleri yazdıran duygu. Bu yüzden PKK stratejisine kör kalıyorlar. Hendeğin, barikatın arkasında PKK’nın devlet arayışı olduğunu göremediklerinden değil, faili perdeleyip bütün cinayeti nefret ettikleri düşmana yıkmak istedikleri için “diktatörün savaşı” masallarına abanıyorlar. İktidarın mecbur kalmış, belki de aynı zamanda faydalı bulmuş olduğu bu hesaplaşmayı PKK’nın başlattığı ve ısrarla sürdürdüğü görülsün istemiyorlar. Gerçekleri sevmiyorlar…
Evet, gerçekleri sevmeyen, görmeyen, konuşmayan, duygulu, nefret dolu aydınlarımız var bizim.
Aydınlarımız, ah aydınlarımız…