“Ben Ermenileri çok severim ama o bir tehcir olayıdır. Savaşta yaşanmış bir olaydır. Savaşta yaşananlara soykırım demek zor… Yahudilerinki gibi gidip durup dururken biz onları kesmeye başlamadık.” Bu ürkütücü ve banal ırkçı söylem romanları vasatı bile geçemeyecek içerikte ve düzeyde olan–dilim bu sıfatla nitelendirmeye varmasa da– bir “yazar”a ait. Yani Ayşe Kulin’e.İsterseniz Kulin’in bu banal ırkçı söylemini bir yapısöküme tabi tutalım ve serdettiği cümlelerin öğelerini bulmaya çalışalım. Cümleleri öğelerine ayırdığımızda ortaya şöyle bir tablo çıkıyor: Bir kesen var bir de kesilen. Kesen “biz”, kesinler ise “onlar”. Gerçekleştiği kesin olay eylem ise “onların kesilmesi”. Kulin’in de iftiharla dâhil olduğu “biz”, “onlar” olarak kodladığı Ermenileri kesmiş! Kesmiş kesmesine ancak ortada böyle kocamanından bir AMA’sı var yazan “yazar”ımız Ayşe Kulin’in. Bu işler öyle durup dururken olmamış!Bu topraklarda birçok şey değişmemekle birlikte iki şey hiç ama hiç değişmedi. Kesme “hakkına” sahip “biz” Türkler; payına kesilme düşen ve buna da “razı” olması “beklenen” Ermeniler. Zira bu topraklarda hâlâ millet-i hakime Türklük, diğer gayrı Türk unsurlar ise kesme “hakkına” doğuştan sahip bu Türklüğün hâkimiyetini kabul ettikleri ölçüde onun tarafından sadece “katlanılması” gereken varlıklar.Hatta onlar hakim milleti her daim sırtından bıçaklayan hainler. Bu realite Talat ve Enver Paşalar için de Halil Menteşe ve Dr. Reşit için de hep böyleydi. Yani aslında tıpkı Kulin’in bilinç üstüne çıkardığı gibi onlar da “Ermenileri durup dururken kesmediklerini” söylüyorlardı anılarında ve savunmalarında.Ayşe Kulin’in söz konusu ırkçı açıklamaları aslında bize geçmişle hesaplaşma/yüzleşme kültürümüzün ve pratiğimizin nasıl bir niteliği olduğunu bir kez daha net bir biçimde gösterdi. Kulin’in de dahil olduğu “biz” kendi failliğine hiçbir biçimde halel getirmeyerek bütün kabahati sürekli kurbanda ve mağdurda arama hasletine haiz.Bütün bu çaba da Türklük etrafında müstakil bir “biz” duygusu inşa etmek adına. Türk olmak ve “biz”e dahil olmak etnisite, soy ve kökene indirgenmiş durumda.Bir de tabii Türk toplumu adına ikiyüzlü bir tavrın hakim olduğunun da altını çizelim. Buna bu toplumu temsil eden aydınlar da dahil… Tabii burada, bu meseleyle ahlaki ve vicdani bir biçimde yüzleşen az sayıdaki aydını tenzih ediyorum. İkiyüzlülükten şunu kastediyorum: İnsanların kendi aralarında ve özel konuşmalarında Ermenilere yapılanlara dair dedelerinden, ninelerinden dinledikleri hikâyeleri bilmelerine ve bu anlamda bunun bir toplumu topyekûn ortadan kaldırma olduğunu idrak etmelerine karşın; bunu kamusal alanda kimsenin kolay kolay ifşa edemediğini görüyoruz. Bu tavır da, böyle bir insanlık suçuna ortak olmak ve bu soykırımın üstünü örtmektir.Aynen Kulin’in ifade ettiği gibi “Ben o zamanda yaşamıyordum, neden ben içinde olmadığım, dahlimin olmadığı bir suçtan dolayı sorumlu tutuluyorum ve özür dilemem bekleniyor” tavrı sorunlu ve tarihle yüzleşmekten imtina eden bir yaklaşımdır. Zira, bu suçu işleyen failler, imha kararı alan siyasi aktörler ve kadro, bunu “Türk toplumu ve Türk devletinin bekası” adına yaptıklarını iddia etmekteydiler.Kulin’in ırkçı söylemi adeta “Türk”ün varlığını, “Ermeni”nin yokluğu ile koşullandırmakta. Bu tavır ise, Ermenileri her daim kurban psikolojisi altında tutmakta. 1915’e yönelik bu tarz yaklaşımlar, bununla yüzleşmeme ve inkâr, Ermeniler için 1915’in tekrar yaşanabileceği ihtimalini, ne yazık ki her daim canlı ve “zinde” tutuyor. Kestirmeden ifade etmem gerekirse: Türk de, Ermeni de aslında kurbandır. Birisi tarihiyle hesaplaşma ve yüzleşme cesaretini gösteremediğinden, bunun nasıl yapılacağını; nasıl özür dileneceğini bilmediğinden ve bu total ideoloji yüklü eğitim sisteminin yarattığı doktrinizasyondan dolayı bütün zihni tarumar olduğundan müthiş bir sıkışmışlık içindedir. Diğeri ise, bu tavır karşısında her an başına aynı felaketi geleceği endişesiyle dedesinin, ninesinin sahip olduğu kurban psikolojisini hâlâ taşımaktatır. Sağolsun Ayşe Kulin’in açıklamaları da bu psikolojinin “rahatlamasına” bir hayli “yardımcı” oldu.Biraz da tarihe başvuralım dilerseniz. Ermeniler tabii ki o dönemde Anadolu’nun birçok yerinde Müslümanlarla bir arada uyumlu bir şekilde yaşadılar, çok iyi komşuluk ilişkileri kurdular, ancak bu hiçbir zaman iki unsurun eşitliği üzerinden yükselmedi. Ermeniler, asli unsur olmadıklarını biliyorlardı. Hakim-i millet Türklerdi ve ancak onların istediği biçimde ve çerçevede Ermenilerle ilişki kuruyorlardı. Dolayısıyla, buradaki asimetri her zaman baki idi ve bu asimetri üzerinden bir sosyal sözleşme vardı. Ancak politik ve ekonomik krizler, Osmanlı’nın toprak kayıpları, Ermenilerin reform talepleri vs. gibi etmenler, bu şartlı “uyumu” ve “komşuluk”u zedeledi.Vartkes ile Talat Paşanın arasında geçtiği aktarılan bir konuşmayı bu çerçevede hatırlamamak mümkün değildir. Ermeniler, reform için Batılılardan yardım istemiş ve uzun diplomatik görüşmeler sonucu 1914 Şubat Reform Antlaşması imzalanmıştır. İttihatçı yöneticiler, bu antlaşmayı imzalamaktan dolayı çok öfkelidirler. Talat Paşa bunu “Zayıf olduğumuz günlerde… sizler boynumuza çöktünüz ve Ermeni Reformlarını ortaya attınız. Bundan dolayı biz de içinde bulunduğumuz durumun bize sunduğu imkânı kullanacak ve halkınızı öylesine dağıtacağız ki, elli yıl reform fikri kafanızdan çıkacaktır”, sözleriyle dile getirir. Vartkes’in “Abdülhamid’in eserini devam mı ettireceksiniz” sorusuna Talat, “Evet” diye cevap verecektir. Gerçekten de 1895 Mayıs ayında yabancı güçler Ermeni Reform tasarısını sunmuşlar, Abdülhamid önce direnmiş, kabul etmemiş ve ama sonra 1895 Ekiminde Ermeni Reform Paketi’ni ilan etmek zorunda kalmıştı. Zorla kabul edilen reformun cevabı ise, 100-200 bin civarında Ermeninin katledilmesi idi. Burada 1915 ile benzerlik ne kadar şaşırtıcı değil mi?İlk söz gibi son söz de Ayşe Kulin’e gitsin o vakit. Sayın “yazar” aslında şu noktaları da eklemeyi unutmuşsunuz ancak ben bir miktar yardımcı olmaya çalışayım: Enver Paşa da tıpkı sizin gibi Ermenileri ziyadesiyle severmiş; çok çalışkan, maharetli ve işinin ehli insanlar oldukları için onlara büyük saygı duyarmış. Valla ben dönemin ABD İstanbul Büyükelçisi Morgenthau’nun yalancısıyım! Ha az kalsın unutuyordum sayın “yazar”, bir de tabii Krikor Zohrab’ın 24 Nisan 1915’teki—ki bu tarih size bence hiç yabancı değildir zira dediniz ya hiçbir şey durup dururken olmadı diye—tutuklama furyasından bir gün önce Talat Paşa ile mutant mekânlarında öğle yemeğini idrak edip tavla oynadıktan sonra Talat’ın tam ayrılırken, “yahu gel seni bir daha kucaklayayım azizim” dediği de vakidir… Dolayısıyla, evet, doğrudur Ayşe Kulin, tıpkı bu örneklerdeki Talat ve Enver gibi “sever” Ermenileri. Ha bir de Türk milliyetçiliğinde ırkçı bir damar yoktu değil mi? Bir de o vardı bittabii, doğrudur! Böyle bir zihin bile tefekkür ve tahayyül edip roman yazabiliyor ya, işte benim de dimağım bunu almıyor…
- Advertisment -
Önceki İçerik
Sonraki İçerik