spot_img
Ana SayfaYazarlarBarış süreçleri neye yarar?

Barış süreçleri neye yarar?

 

Kolombiya Devlet Başkanı Juan Manuel Santos, geçen hafta sonu Kolombiya Devrimci Silahlı Güçleri FARC’ın (Fuerzas Armadas Revolucionarias de Colombia) kamplarına yönelik hava bombardımanını Havana barış müzakerelerinin başladığı 18 Ekim 2012 tarihinden bu yana ikinci kez askıya aldı. Bu jestin nedeni, terör örgütünün bu süre zarfında 6. kez tek taraflı eylemsizlik kararı alması.

Yukarıdaki verilerin de ortaya koyduğu gibi, Türkiye’deki Çözüm Süreci ile aşağı yukarı aynı zamanda başlayan ve Norveç ile Kuba’nın gözlemciliğinde sürdürülen Havana’daki müzakere süreci FARC’ın zaman, zaman çatışmasızlığı bozması nedeniyle kesintiye uğruyor. Örgütün çatışmasızlığı son defa bozduğu 22 Mayıstan bu yana gerçekleştirdiği yangın, yol kesme, araç yakma gibi toplam 145 terör eyleminde ikisi sivil toplam 24 kişi yaşamını yitirmiş bulunuyor.

FARC kendisini “Marksist-Leninist” olarak tanımlayan terörist bir örgüt. Bazı Latin Amerika ülkeleri dışında ABD ve AB başta olmak üzere birçok ülke tarafından “terör örgütü” olarak tanınıyor. Kurulduğu 1964 yılından bu yana toprak işgalleri, adam kaçırma, fidye talebi ve son olarak uyuşturucu kaçakçılığı gibi illegal eylemlerde bulunan FARC’la mücadele ya da iç savaşta bugüne kadar yaklaşık 220 bin kişinin yaşamını yitirdiği tahmin olunuyor.

Kolombiya’ya faturası son derece ağır olan iç savaşı sonlandırmak için 1982-86 döneminde Devlet Başkanı Belisario Betancur’ un başlattığı barış süreci, çok sayıda teröristi kapsayan geniş bir genel af çıkarılmasına karşın, paramiliter grupların sabote etmesi nedeniyle başarıya ulaşamamıştı. Örgüte karşı o dönem ve ertesinde oluşan güvensizlik on yıllar sonraki Havana müzakerelerini de başından beri olumsuz yönde etkiliyor. Başkan Santos barış sürecini öne çıkararak girdiği geçen yılki başkanlık seçimlerini kıl payı kazanmış olsa da kamuoyunun sürece inancı hâlâ yüzde 50’nin altında seyrediyor.

Bu itibarla, Devlet Başkanı Juan Manuel Santos, altı gündem maddesi üzerinden yürüyen ve beşincisinde tıkanan müzakerelerin devamı için FARC’ı kamu düzenini bozmaması ve güvenlik güçlerine yönelik eylemlere girişmemesi hususunda uyarmış bulunuyor. Bu noktada yanıtlanması gereken soru şu: FARC verdiği sözleri tutmuyorsa, Kolombiya neden eski Cumhurbaşkanı (2002-10) Senatör Álvaro Uribe’nin savunduğu gibi sürece tümden son vermiyor?

Kolombiya için yönelttiğim soru Türkiye için de geçerli elbette. PKK’nin, siyasi kolunun 7 Hazirandaki seçim başarısına karşın, FARC gibi teröre yönelmesinin ve devrimci halk savaşı çağrısında bulunmasının Çözüm Süreci’nin ruhuna aykırı olduğuna kuşku yok. Çünkü barış veya çözüm süreçleri terör örgütü mensuplarının silahlarını bırakmaları karşılığında topluma kazandırılmasını, eli kana bulaşmamış olanlarına ayrıca siyaset hakkı tanınmasını sağlamaya yönelik süreçler. Kolombiya gibi Türkiye de terör örgütünün silah kullanmak suretiyle bozduğu gerekçesiyle barış sürecine son verirse, on yıllardır başarılı olamamış askeri çözüme ya da çözümsüzlüğe dönmüş olur. O bakımdan Kolombiya’da Santos, Türkiye’de Davutoğlu hükümetlerinin terör örgütü kamplarının bombalanması dâhil kamu düzeninin sağlanmasına yönelik askeri/polisiye önlemlerini “çözümün sonu” olarak yorumlamak doğru değil.  Peki, ama bu önlemler muhalif medyanın öne sürdüğü gibi Türkiye için 90’lı yıllara dönüş demek mi?

90’lar politikası ve Wilkinson modeli

Türkiye’nin 90’lı yıllarda çeşitli hükümetlerce izlediği terörle mücadele politikasının büyük ölçüde Franco rejiminin ETA’ya karşı uyguladığı politikaları andırdığını söylemek mümkün. O dönemde 12 Eylül rejimine yakın derin devlet unsurları temel politikalara yön vermekteydi. Bu nedenle hükümetler derin devletin terör sona ermeden demokratikleşmenin olamayacağı düsturuna saygı göstermek zorunda kalıyordu. Örneğin Franco diktatörlüğünün Baskçaya yaptığı gibi, 12 Eylül rejimi de yasayla Kürtçeyi yasaklamıştı. 1991’de bu yasa yürürlükten kaldırılmış ama dil üzerindeki baskılar sürmüştü. Ana dil baskı altında tutularak terörü sona erdirmek sanki mümkünmüş gibi.

Bu bağlamda altının çizilmesi gereken bir başka husus, Franco rejimi tarafından 60’lı yıllar sonunda uygulamaya konulmuş olan ve demokratik İspanya’da bile GAL ile 1986 yılına kadar varlığını sürdüren karşı terör örgütlenmesi niteliğindeki derin devlet çetelerinin ülkemizde de terörle mücadele araçlarından biri olarak kullanılmasıydı. Bu çeteler eline silah almayan kişileri bile hedef alarak faili meçhul cinayetler ve yaygın işkence yöntemleriyle bölge halkını yıldırma yoluna gitmişti. Köyler yakılıp yıkılmış, orada yaşayan halk başta Diyarbakır olmak üzere bölgedeki büyük kentlerin varoşlarına göçe zorlanmıştı. Olağanüstü hal sayesinde bu bölge, orada yaşayan halkla birlikte adeta abluka altına alınmıştı.

Türkiye’de 90’larda uygulanan ana hatlarını özetle aktardığım çerçevedeki terörle mücadele politikası, tam da 70’li yıllarda İngiliz terör uzmanları tarafından geliştirilen “demokratik mücadele” yöntemiyle taban tabana zıt. Bu uzmanların başında gelen Paul Wilkinson’ un modeline göre, terörle mücadelede en etkili silah “demokrasi ve temel hak ve özgürlükler”. 12 Eylül rejiminin 90’larda hükümetlere dayattığının aksine, terörün içinden çıktığı bölgedeki insanlar askeri ve polisiye önlemlerle abluka altına alınmamalı, temel hak ve özgürlüklerine saygı gösterilmeli ve böylece onların gönüllü olarak demokratik devletin yanında yer alması sağlanmalı.

Wilkinson modeli ana hatlarıyla “havuç ve sopa politikası” olarak değerlendirilebilir. Bölge insanlarının farklılıklarından doğan hakları ne kadar ileri derecede tanınır, anayasal güvence altına alınırsa, teröre destek veren unsurların sadece yargısal değil aynı zamanda toplumsal kıskaç altına alınması da mümkün olur. Bu bağlamda hükümetin PKK kamplarına yönelik son bombardımanlarında olduğu gibi, terör unsurlarının vurulması da desteklenir. 

Başbakan Davutoğlu’nun bugüne kadar yaptığı açıklamalardan anlaşıldığı gibi, AK Parti hükümetleri döneminde Türkiye açılım ve çözüm politikasıyla terörle mücadelede Wilkinson modeline yakın bir politika izliyor. O bakımdan bu politikaya zamanında karşı çıkmış olan muhalif medyanın, yakın durduğu derin devletin sürdürülmesinden sorumlu olduğu “90’lara dönüş”  iddiasında bulunması biraz gülünç kaçıyor.

Bu söylediklerimi 90’larda PKK hedeflerine yönelik askeri harekâtlarımızı soru işaretleriyle karşılayan, hatta kıyasıya eleştiren Batılı müttefiklerimizin bu kez Türkiye’ye meşru savunma hakkını vurgulayarak verdiği destek doğruluyor. AB Dış İlişkiler ve Güvenlik Politikası Yüksek Temsilcisi Bayan Federica Mogherini’nin Twitter hesabından yaptığı “Demirtaş'ı aradım. PKK'nin terörist faaliyetlerini kınıyorum. Barış süreci için çalışmaya devam etmek gerekiyor” paylaşımı yerinde bir saptama. Sadece PKK terörünü kınadığı için değil, ayrıca barış sürecinin önemini ortaya koyması bakımından da elbette.              

- Advertisment -