Fransa’nın yetimhanelerinde yetişmiş büyümüş iki Fransız genç kendi yurttaşlarından birçok insanı acımasızca katletti. Vurulup yere düşmüş aman dileyen silahsız bir polisin başına kurşun sıkarken insana zerrece kıymet vermeyen tavırlar akıllardan çıkacak gibi değil.Yaşananlar küresel vahşetin devamı ve bir parçası elbette. Hemen akabinde gerek dünyada gerekse Türkiye’de Müslümanların neredeyse hane hane bu olaya ilişkin düşüncelerini açıklamalarının istenmesi de şiddetin bir parçası, faşizan yaklaşımların dışa vurumuydu.2005’te NY’da Yahudi feministlerin kadın örgütü Isha L’Isha’nın düzenlediği Filistinli Kadına Yönelik Şiddet başlıklı bir toplantıya katılmıştım. Küçük bir iştirakçi gurubuyla sınırlanan akademisyenlerin katıldığı toplantıda İsrail’in yıkım ve katliam politikalarının açtığı yaralar konuşulacak diye düşünmüştüm adresi ararken. Meğer Filistinli erkeklerin ev içi şiddetiymiş konu. Filistin halkı bu kadar terörize edilirken, hayatları hergün yıkım içindeyken bunu konuşacak en son kişiler olduklarını söyleyebilmek, beni dinlemelerini sağlayabilmek için anti-semit olmadığıma dair bir söylev vermem gerekmişti.Her Gazze saldırısı sonrasında “bu konuda siz ne düşünüyorsunuz, açıklayın fikrinizi” sorularına maruz kalan Türkiye’deki Yahudi cemaatinden bir grup bildiri yayınladılar birkaç ay önce. “Bu memleketin hiçbir vatandaşı, dünyanın başka yerlerinde gerçekleşen ve gerçekleşmesinde pay sahibi olmadığı olaylar hakkında hesap vermek yorum yapmak görüş bildirmek zorunda değildir. Dolayısıyla Yahudi cemaati de hiçbir konuda ses çıkarmaya mecbur değildir” diyor, İsrail’in saldırgan politikalarına karşı olduklarını açıklıyorlardı. Onlara yerden göğe kadar hak verenler bu hakkı Müslümanlara vermek istemiyorlar kendilerince.Medya patronu Rupert Murdoch’un “cihatçı kanserin farkına varıp onu ortadan kaldırana dek barışçı Müslümanlar da dahil herkes sorumlu tutulmalıdır” sözündeki şiddet çağrışımı kaç kişi tarafından paylaşılıyor diye Avrupa, Amerika halkı sorguya çekilmiyor. Bu cümlenin açık uygulamaları, Afganistan’da Irak’ta Afrika’da “önleyici saldırı” doktriniyle yüzbinlerce masum insanın canına kastettiği halde. Hüsnü zanla Avrupa halklarının çoğunluğunun böyle düşünmeyeceğini varsayıyoruz.Roni Margulies’in sözünü ettiği, İngiliz romancı Will Self’in mizah hakkında önerdiği test gerçekten önemli: “Güçlüyle mi dalga geçiyor güçsüzle mi?” Nitekim Dergi yönetmeni Philippe Val Yahudiliğe küçük bir dokundurma yüzünden yılların karikatüristi 86 yaşındaki Maurice Sinet’den özür dilemesini istemiş ve o şiddetle reddedince işinden kovulmuştu. Müslümanlara yönelik ağır hakaretler ise ifade özgürlüğü olarak savunuluyor. İşte bu ikiyüzlülükler dünyayı yaşanmaz kılıyor.Paris yürüyüşünde yıllardır nice katliamları destekleyen insanların en ön safta yürümesine Fransız halkı izin vermeyebilseydi keşke. Daha birkaç ay önce Gazze’de büyük bir katliama imza atmış bir adamın en ön safta yürümesi insani bir ortaklaşmanın yeşermesine en büyük engel, kötülerin aklandığı bir tiyatro sahnesine dönüştürdü Özgürlük Meydan’ını.Faşizm kol geziyor Avrupa’da. Zihinler hâlâ nice filozofların bile satır aralarında gizlenmiş ırkçılıkla malül. Irkçılık ayrımcılık hakların çiğnenmesi sosyal adaletsizlikler sınıfsal uçurumlar Avrupa’da yara gibi. Kim olmadığınızı, “iyi Müslüman, kötü Müslüman “kategorilerinden hangisine uyduğunuzu açıklamakla mükellefsiniz her an.Farklılıklardan eşitsizlik üreten zihniyetin tarihini bizzat Batılı düşünürler deşifre ediyor zaten. Robert Bernasconi’nin “Irk Kavramını Kim İcat Etti” başlığıyla Zeynep Direk tarafından yayına hazırlanan kitabında en revaçta filozofların beklenmedik ırkçılıklarıyla karşılaşmak mümkün. 1602 doğumlu John Locke’un kölelik teorisi “hakkın düşmesi” esasına dayanıyordu. İnsan “beyaz” olarak tanımlandıktan sonra, hakkı olmadığı halde haksız bir savaşa girişerek yaşama haklarını kaybeden insanın cezalandırılması mukadderdi. Doğa kanununu ihlal eden savaşı da başlatmış oluyordu. Bu fikirlerin 21. yüzyılda da geçerli olduğunu ortaya koydu Jean Baudrillard, The Perfect Crime (Kusursuz Cürüm-1997) kitabında. O yıllardaki ürkütücü sessizliği de açıklıyor bir bakıma:“İşin aslı şu ki, Sırplar, etnik temizlik vasıtası olarak, Avrupa’nın inşasında öncü bir rol oynuyorlar. Gerçek Avrupa’nın, beyaz Avrupa’nın; hem ekonomik, hem etnik, hem de ahlaki bakımdan sıvalanmış, yekpare kılınmış, arınmış bir Avrupa’nın… Parlamentoların gölgesinde şekillenen gerçek Avrupa budur ve bu Avrupa’nın öncüsü Sırbistan’dır.”Bu yaklaşımların sonuçlarını sayfalarca yazmak mümkün. Yağmalanan kıtalar, denizlerde boğulan mülteciler, herkesi her yerde bulabilen insansız ölüm uçakları. Batı eleştirisi ne yazık ki baştan beri Batı’nın başöğretmenliğini kabul edip onaylamanın ötesine geçemiyor. Meydan okunurken bile bu böyle. Batı çürüdü çöküyor demeden İslamın öngörülerinden söz edilemiyor. Sürekli ötekinin hatalarından söz etmeden özgün bir varoluş inşa edilemiyor sanki. İnsanların kimliğini bile tespit etmeden yapılan infazların gerekçesi olarak Batı medeniyetinin mezalimlerinin yarattığı öfke olarak açıklanmasını kabul etmemiz bekleniyor. Bu ne sonsuz esinlenme, öğretmenliğe boyun eğme.Bosna savaşında son kerteye kadar savaştan kaçınmanın yolunu arayan Aliya İzzetbegoviç, camiler yerle bir edilirken kiliselere ne yapılacağını soran askerlerine “Batı bizim öğretmenimiz değil, yüzlerce yıldır İslami gelenekle nasıl korunduysa öyle koruyacağız” demişti. Savaş konuşmalarının derlendiği “Bosna Mucizesi” kitabında anlatıldığı gibi onun konuşmalarında yoğun bombardımana maruz kalmış, türlü zulümlere uğramış bir halkın liderinin intikam dolu psikolojisinden eser yoktu.Oysa Bosna’daki işgal bir ülkenin tahrip edilmesinden çok bir halkın topyekun yok edilmesine yönelmişti. Subaylara konuşurken onların intikam duygularını adaletle yatıştırabiliyordu. Kadınlarımız ve çocuklarımız öldürülüyor, insanlarımız boğazlanıyor, camilerimiz yıkılıyor. Biz bunların hiçbiri yapamayız, Müslümanız aklı başında ve dürüst insanlarız, herhangi bir kutsal nesneyi tahrip etmemiz bizlere sarih biçimde yasaklanmıştır diyordu. Avrupa liderleri Avrupa’nın ortasında Müslüman bir halk olamayacağını zımnen ve açıkça söylerken şimdi hayranlık duyularak bütün asaletleriyle varlıklarını sürdürüyorlar.Bir hikâye daha. Roger Garaudy ll. Dünya Savaşı’nda Fransa’nın Hitler’le işbirliği yapmasına karşı çıkınca arkadaşlarıyla birlikte genç bir komünist olarak tutuklanarak Cezayir’e sürgüne gönderilir. Orada Fransız komutanı öfkelendirdikleri için kurşuna dizilmelerine karar verilir. Karşılarında Müslüman askerler. Tehdit edilmelerine, kırbaçlanmalarına rağmen ateş etmezler. Sonradan öğrenir ki meğer bu askerler silahsız bir adama ateş etmeyi küfür olarak görürlermiş ve imanlarını kaybetmemek için ateş etmemişler. Bir filozof olarak İslam hakkında hiçbir şey bilmediğini düşünür. Hidayetine giden yolu çöldeki askerler açmıştır.Herkese silah çekerek sadece işgalciler, zalimlere muhatap alınmış oluyor. Avrupa’nın dünyanın ahlaklı faziletli barışsever eşitlikçi küresel yoksulluğa karşı duran insanları yok sayılıyor. Muhatap bile alınmıyorlar. Onlara verecek bir şeyimiz var mı. Hangi değerlere çağırılıyor insanlar. Pegida’nın (Batının İslamlaşmasına Karşı Yurtsver Avrupalılar) yürüyüşüne iki katı büyük bir katılımla cevap veren insanlara nasıl bir dünya öneriyoruz. Almanya içişleri bakanı Thomas de Maiziere Fransa’daki olaylardan yararlanmaya kalkışmanın zavallıca olduğunu, yapılan eylemlerle İslam’ı eşitlemenin alçakça olduğunu söylediğinde onu yalnız bırakmak yerine, müminlerin incinmelerinin boyutlarını da açıkça anlatabiliriz.Avrupa Sosyal Forumu’nda “başka bir dünya mümkün” diye çırpınan insanlara, Irak’ın işgaline karşı yürüyen milyonlara, Gazze’ye yardım götürmek için hayatını tehlikeye atan Avrupalılara taşınacak ışık nedir? İslam ne vaat ediyor, ne öneriyor, insanlığın önünde bir imkan mıdır gerçekten bunu ortaya koymanın zamanı. Slovaj Zizek’in öne sürdüğü “sorun kendi kimliklerini korumaya çalışmaları değil, tam tersi köktendincilerin zaten bize benzemeleri, yani bizlerin standartlarını içselleştirmeleri ve kendilerini bu standartlarla değerlendirmeleridir” argümanını haklı çıkarmanın zamanı değil.Aslında Hz.İsa ve Meryem ile ilgili yakışıksız saldırılar da Müslümanları derinden yaralıyor. Çünkü bütün peygamberleri aziz biliyoruz. Fikir özgürlüğü ile nefret suçları arasında ince bir mesafe var. 1.5 milyar insanın inandığı bir peygamberden geçtim, en azından hayatta olmayıp kendini savunamayacak birine hakaret etmek edebe aykırıdır her şeyden önce. Bununla hukuk yoluyla mücadele gerekli. Gerekirse on binlerce insanın katılacağı kınama gösterileri yapmak, İslamın temel ilkelerini ortaya koyan insani dövizler taşımak büyük etkiler yapabilir. Peygambere hakaret insanın kişisel varlığına yapılan gibi değildir, gerçekten hercü merc edici bir kötülük. Bunu anlamak için biraz empati yeterli. Dünya artık Doğu-Batı ikiliğinin ve karşıtlığının çok ötesinde. Hak ve adalet, eşitlik, insanlık nereden yükselirse kalpler oraya meyledecek. İslam dünyasının Batı’nın kötülüklerini sıralayarak sonra da aynısını misliyle yaparak gideceği hiçbir yer yok. Fakat medeniyetlerin birbirinden olumlu manada alıp vereceği çok şey var.
- Advertisment -
Önceki İçerik
Sonraki İçerik