[5-6 Şubat 2022] Tarih tekerrürden ibaret değildir kuşkusuz. Sürekli gelişir ve değişir. Ne ki, insanlar (ya da bazı insanlar) seçici bir bakış açısıyla, yeninin içinde hep eskiyi görmeye eğilimlidir. Önlerinde açılan geleceğe ve bilinmeyene, hep geçmişin ve bildiklerinin şartlandırdığı bir nazarla yaklaşır; mevcut tecrübeleri içinden bir isim, bir sıfat, bir niteleme ararlar. İngiltere’de York bu yüzden Kuzey Amerika’da New York, hattâ bir bütün olarak England gene bu yüzden Atlantik ötesinde New England olur. 20. yüzyılın karşılıklı etnik temizlik sarsıntıları içinde, 1919-22 “Küçük Asya Felâketi”yle birlikte Anadolu’dan göçen Rumlar da yitirdikleri eski memleketi yeniden kurmaya çalışır. Girit’te Nea Alikarnassos’u (Yeni Bodrum’u); Atina’da Nea Smyrni (Yeni İzmir) semtini ve Dardanellion (Çanakkale) sokağını yaratırlar.
Kendi kendimizi âşinâlıklarla teskin etme çabamız, daha soyut bir düşünce planında benzetmelerle başlar; retrospektif çağrışımlar taşıyan bu benzetmeler (similes, metaphors) giderek tanımlara (definitions) dönüşür. Sömürgecilik (colonialism) çöker; dönemin Sovyet Marksizmi, pek bir şeyin değişmediği illüzyonunu ayakta tutabilmek için derhal yeni-sömürgecilik (neo-colonialism) terimini icat eder. Gün olur Sovyetler çöker, 1945 sonrasının elli yıllık dünya düzeni dağılır, Soğuk Savaş döneminde yerleşen işleyiş kuralları diye bir şey kalmaz. Bir de yeni diasporalar başgösterir. Tarihçilerin aklına hemen Kavimler Göçü ve Roma’nın çöküşü gelir. 400-800 arası gibi 1990 sonrasını da, kâh kuralsızlık, kâh biten düzen ve medeniyetten başlayan düzen ve medeniyete geçiş anlamında, yeni Karanlık Çağlar (Dark Ages) diye adlandırırlar.
Bütünüyle yanlış ve yararsız mıdır, bu tür kestirimler? Kesinlikle hayır. Alacakaranlıkta, el yordamıyla ulaşılan ilk genellemelerdir. Güçlü sezgi ve içgörüleri içerebilirler. Bazen, belki çoğu zaman, değişimin ve içine girilen momentin bazı önemli boyutlarını yakalamayı başarırlar. Ama dikkatle kullanmak gerekir. Bunlar en iyi ihtimalle yarım doğrulardır. Faydaları bir yere kadardır. “Teşbihte hatâ olmaz” sözü, aslında “teşbihte hatâ olur” demektir. Her teşbihin geçerlilik sınırlarını gözetmeye ilişkin bir uyarıdır. O sınırlar fazla zorlanır ve yarım doğrular mutlak doğrulara dönüştürülmeye; söz konusu ilk genellemelerden, teşbih, benzetme, kestirim veya yaklaşıklıklardan sıkı prediktif modeller, üstelik bir de normatif stratejiler çıkarsanmaya kalkılırsa, bunlar da başka kalıp ve dogmalara dönüşebilir. Hatâ olasılıklarının giderek çoğalmasına yol açar.
Yeri gelmişken söyleyeyim; Serbestiyet’te son zamanlarda çokça işlenen ve ilk bakışta akla yakın gibi görünen “İttihatçılık” paradigması, bence işte bu tür yarım doğrulardan; geçmişe bakarak türetilmiş “tekerrür” benzetmelerinden; önemli tesbitlerden yola çıkarken bir noktadan sonra (hele iş muhalefetten beklentilere geldiğinde) makuliyet sınırlarını aşma eğilimi gösteren aşırı kestirmeci genellemelerden biri. Fakat bu bir iç politika meselesi; önümüzdeki haftalarda, kendi tavrımı satırbaşlarıyla belirten ayrı bir not düşmeyi umuyorum. Ama şimdi asıl konuma dönecek, 1930’lar ve bugün karşılaştırmasıyla devam edeceğim.