Bu iktidar, geçmiş iktidarlarda eleştirdiği ne varsa hepsini misliyle tevarüs etti ve uyguladı. “Öcüyle korkutmak” da bunlardan biri…
Kendilerini bu ülkenin “aslî sahibi” oldukları vehminden bir türlü kurtaramayanlar, 80 yıl boyunca aynı filmi aynı entrikayla döndüre döndüre seyrettirdi bize…
Entrikanın adı, dediğim gibi “öcüyle korkutmak”tı…
Filmin yönetmenleri, her dönemde farklı korku nesneleri, farklı “öcü”ler üzerinden (komünizm, irtica, Kürtler, misyoner tehdidi, vb) toplumun bazı kesimlerini kendilerine mecbur hissettiriyor, kendileri olmasa “öcü”nün onları “ham yapacağını” söylüyordu.
Korkutulanlar dönem dönem öylesine kıvama geliyordu ki, “öcü”nün bazı haklardan mahrum bırakılması uğruna kendi haklarından bile feragat edebiliyordu…
Bu durumu anlatan çok güzel bir politik fıkramız var:
Bir Kürt ve bir Laz işledikleri suçlardan ötürü idama mahkûm edilmiş. Fıkra bu ya, cezalarının infazının aynı cezaevi avlusuna kurulan iki darağacında gerçekleştirilmesine karar verilmiş.
Önce Kürde, ardından da Laza son arzuları sorulmuş. Cevaplar:
Kürt: “Anamı görmek istiyorum.”
Laz: “Kürt anasını görmesin!”
“Öcü”yle korkutmanın günümüzdeki uygulamalarına girmiyorum; her gün yaşıyoruz, anlatmaya hiç gerek yok.
Toplumsal kesimlerin birbirleriyle temaslarının kesilmesinin, bu mümkün olmuyorsa asgariye indirilmesinin ve buradan kutuplaşmaların, düşmanlıkların üretilmesinin en verimli alanlarından biri de, hiç kuşkusuz medya… Derdiniz kutuplaştırmayı derinleştirmekse medyaya bir koyarsınız, üç alırsınız.
Yukarıda tanımlamaya çalıştığım entrika, burada her mahalle mensubunun sadece kendi mahallesinin gazetelerini, yazarlarını okuması; sadece kendi mahallesinin televizyonlarını izlemesi; öbürlerine “düşman medyası” muamelesi çekmesi gerektiği üzerinden yürüyor…
Entrikanın medyadaki uygulamasının bir veçhesini de başka mahallenin yazarlarını zinhar “bizim” mahallenin medyasına dahil etmemek oluşturuyor. Herkes kendi çöplüğünde ötmeli, bir çöplükten öbürüne sadece atılan taşlar gidip gelmelidir.
Nihal Bengisu Karaca’nın başına gelenlerin işaret ettiği Türkiye canlı, taptaze olarak önümüzde. Fakat biliyor musunuz, bu 30 yıl önce de böyleydi.
Bugün, medyadaki “herkes kendi çöplüğünde” pratiğine kendi meslek hayatımda yaptığım itirazları hatırlatmak istiyorum size; meslek hayatımın “iyi ki de yapmışım” dediğim fasıllarından birini…
1990’ların ortaları, ortam yine ‘öcü’lü
Ben, medyada yönetici olarak çalışırken de yazar olarak çalışırken de bu uygulamaya karşı her zaman mücadele ettim.
Mesela 1990’ların ortalarında, “laik kabarma”nın en yüksek olduğu anlardan birinde Nabi Avcı ve Ali Bulaç’ı, genel yayın yönetmeni olduğum Aktüel dergisine bu düşüncelerle davet ettim.
Bu, o günlerde Aktüel’in de benim de içinde yer aldığım seküler kesimde bir küfür gibi algılandı; sanki kendilerine hakaret edilmişti. Aktüel, İzmir’den gelip Sabah’ı kuran Dinç Bilgin ile Ercan Arıklı’nın ortak sahipliğindeki dergiler grubunun “amiral gemisi”ydi. Ortalama 40-60 bin adet satışı olan haftalık bir dergiydi ve okurlarının hemen tamamı seküler kesimdendi.
Şimdi Nihal Bengisu Karaca’nın Halk TV’de görünmesi iki mahalleye de dert oldu ama o zamanlar öyle değildi; iki dindar yazarın bir seküler dergide yazacak olması sadece birine, seküler mahalleye dert oldu. Dindar kesim, tersine, bu sürprizden pek memnun kalmıştı. Çünkü kendilerini horladığını düşündükleri kesimin bir dergisinde seslerini duyurabileceklerdi.
Nabi Avcı ve Ali Bulaç’ın dergide yazmaya başlamalarından beş-altı ay sonra İstanbul ve Ankara belediye başkanlıklarını Refah Partisi’nin kazandığı 1994 yerel seçimleri yapıldı. Aktüel, herkesin “nasıl oldu” diye şaşkınlığa uğradığı o hafta bu sorunun cevabını araştıran özel bir sayı hazırladı. Sıradan, yapılması gereken ve iyi bir gazetecilikti. Fakat “yazarlar” mevzuuna bir de bu eklenince, kısa bir süre öncesine kadar Aktüel’de birlikte çalıştığımız, sonra rakip dergiye transfer olan yakın arkadaşlarımızın “Alper Görmüş İslamcı oldu, Sabah’ın laik patronları ona nasıl tahammül ediyor” yayıncılığı neticesinde Aktüel maceram bir süre sonra sona erdi.
Umurumda bile olmadı; yaptığım şeyin doğru olduğuna dair en küçük bir şüphem bile yoktu çünkü.
Sonraki vukuatım 10 yıl sonrasına denk geliyor. 2005’te, 10 yıllık bir aranın ardından yeniden yayın yönetmeni olduğum Aktüel’e bu defa da tesettürlü bir gazeteciyi (daha büyük günah), Nihal Bengisu Karaca’yı davet ettim. Karaca, böylece “laik-seküler” medyada yazan ilk tesettürlü yazar oldu.
Ona “nasıl yazarsın o dergide” denmiş midir kendi mahallesinde bilmiyorum ama, ben yine benzer tepkiler aldım. Fakat yukarıda zikrettiğim nedenden dolayı benim yine umurumda olmadı.
30 yıl sonra hiçbir şeyin değişmemiş olduğunu görmek acı veriyor tabii… Neyse ki birey olarak benimsediğim tutumdan memnun olmanın tesellisi var.