2013-2015 çözüm sürecinin kilit isimlerinden Sırrı Süreyya Önder, İrfan Aktan ile uzunca bir söyleşi yaptı (Gazete Duvar, 12.06.2021). Söyleşide Önder, hem geçmişe (çözüm süreci) hem şimdiye (ittifakların durumu ve Kürt meselesine yaklaşımı) hem de geleceğe (muhtemel bir seçimde HDP’nin alacağı tavır) dair önemli noktalara değindi.
Bu itibarla bahse konu söyleşi, dünü anlamak, bugünü yorumlamak ve yarını öngörmek bağlamında kıymetli tespitler ihtiva eden, önemli bir söyleşi. Önder’in ittifaklar ve seçimde HDP’nin izlemesi gereken siyasete ilişkin argümanlarını tartışmayı sonraya bırakmak kaydıyla, bu yazıda çözüm süreci hakkındaki görüşlerine değineceğim.
Bu bağlamda altı çizilmesi gereken ilk husus, Önder’in barış sürecinin değerinin teslim etmesidir. Kapsamı, şeffaflığı ve resmiyeti itibariyle çözüm süreci, Türkiye için bir ilkti. Önemine orantılı olarak da çok sayıda tehlike ve tehdide açıktı. Sürecin tarafları bu tehdit ve tehlikeleri bertaraf edebilme becerisi gösteremediler ve netice itibariyle süreç çöktü. Sonu iyi bitmeyince de, o dönemde kritik pozisyon üstlenenler bile, kendileri ile süreç arasında bir irtibat kurulmamasına özen gösterdiler. Ya suskunluğa büründüler ya süreçle aralarına belirgin bir mesafe koydular ya da -daha vahimi- süreçten menfi bir dille bahsettiler.
Çözüm süreci, demokratik bir arayışı ifade ediyordu. Başarısızlıkla neticelenmesinden ötürü icracıları ve müdafileri bu şekilde geri çekilince veya karşı tarafa geçince, muarızları bu arayışı mütemadiyen ve her platformda mahkûm etiler.
Uzun bir vakitten sonra ilk defa süreçte doğrudan görev almış bir aktör buna karşı bir tavır koydu, sürece sahip çıktı. İçerdiği tüm arızalara karşın, sürecin başlı başına bir değer taşıdığını ve tarihi bir önemi haiz olduğunu vurguladı. Sürecin, bütün kötülüklerin anası olarak kodlanmaya çalışıldığı bir iklimde, onu sahiplenen bu çıkış kayda değerdir.
“Barışı sağlam kazığa bağlamak”
Altı çizilmesi gereken ikinci husus ise, Önder’in barış sürecinin neden başarılı olmadığına ilişkin tahlilidir. 2015 Haziran’ında çatışmaların başlamasının ardından süreç, bir ara buzdolabına kaldırıldı. Akabinde bir gelişme kaydedilmeyince süreç defteri tamamen kapatıldı. Büyük umutlar bağlanan bu girişim boşa çıkınca, taraflar ve taraflara göre konumlananlar, suçu karşı tarafın üzerine yıkan bir dil tutturdular. Buna göre, kendi yaptıkları bütünüyle doğruydu, ne olmuşsa karşı tarafın suistimalinden ve dar hesapçılığından olmuştu.
Oysa böylesine asgari iki taraflı süreçlerdeki başarısızlığı tek bir tarafa bağlamak, faturayı bütünüyle karşıya kesip kendini temize çıkarmak, belki yürek soğutmaya yarayabilir ama olayı izah etmez. Önder, taraftarlarını hoşnut edecek kolaycı bir yaklaşımdan uzak duruyor, dengeli ve soğukkanlı bir analiz yapıyor. Sürecin arzu edilen durağa ulaşmamasını, başlıca üç sebebe bağlıyor:
İlki, sürecin toplumsallaştırılamamasıdır. Barış sadece silahların susması değildir, onun gündelik hayatın her noktasına değen bir tarafı vardır ama bu halka doğru bir şekilde anlatılamadı. Barışın diplomasisinin ve enstrümanlarının kullanılmasına taraflar gereken özeni göstermeyince barışın savunulması zorlaştı. “Barışı sağlam kazığa bağlamak, o talebi toplumsallaştırmakla mümkündür” diyen Önder’e göre, eğer barış talebi toplumda yer etmiş olsaydı, taraflardan biri isteseydi bile süreci bozamazdı.
“Çeteleşmeye varan lümpen yapılanmalar”
İkincisi, tarafların birbirlerine güven duyabilecekleri bir ortamı inşa etmemeleri, edememeleridir. Çözüm süreçleri için olmazsa olmaz niteliğindeki güven artırıcı adımları atmaktan imtina eden taraflar, aksine şüpheleri büyüten faaliyetlerde bulundular. Mesela, süreçle birlikte bölgede nispi bir rahatlama olunca, PKK’de “Kürt illerinde yer yer çeteleşmeye varan oluşumlar” boy göstermeye başladı. Önder, bu oluşumların merkezi bir karara dayandığından emin olmadığını, “ama birdenbire, yer yer lümpen tutumlar içeren yapılanmalar ve bunların yol kesme ve insanları alıkoyma gibi hareketlerinin” ortaya çıkmasının, asıl konuşulması gereken konuların konuşulmasını engellediğini belirtiyor.
Merkezi bir karar olmadan yerel birimlerin çözüm sürecini bu derece baltalayacak eylemler yapmaları, pek mümkün bir durum değil. Önder, Öcalan’ın görüşmelerde bu tür eylemlere şiddetle karşı çıktığını ifade ediyor. Zannımca bu, yerel birimlerin kendi başlarına buyruk hareket ettiklerine değil, İmralı ile Kandil arasında bir görüş farklılığına işaret eder. Ancak gerekçesi ne olursa olsun bu eylemlerin sürecin zehirlenmesinde payı büyük oldu.
İktidara gelince, onlar da süreçte üzerlerine düşen sorumlukları yerine getirmekten hep imtina etti. Mesela “ilk adım” olarak değerlendirilen adli tıp sürecini tamamlamış hasta tutukluların serbest bırakılmasını sağlamadı, bunun için gerekli düzenlemeleri yapmaktan kaçındı. Böylece taraflar bir türlü “bu olayları aşıp, gündemin can alıcı, özüne tekabül eden yönlerine” gelemediler, asıl konuşulup karara bağlanması gereken meseleleri konuşamadılar.
“Barış sürecinde tüm meselelerin yerelden merkeze kadar her aşamada geniş bir biçimde tartışılması gerekirken, çözüm süreci orada yol kesme, öbür yerde falancanın alıkonması gibi meselelerle anılmaya başlandı.”
Açık makas
Üçüncüsü, taraflar arasındaki makasın açık olmasıdır. İki tarafın süreçten beklentileri arasında kapanması zor bir aralık vardı. İktidar bakışını PKK’nin silah bırakmasına kilitlemişti. Öncelikle bu yapılmalı, sonrası bir şekilde halledilir düşüncesindeydi. PKK’nin talebi ise, sorun olarak nitelediği alanlarda elle tutulur gözle görülür adımları atılmasını ve bunların anayasal güvenceye bağlanmasıydı.
Aradaki uçurum ancak köprüler kurularak -yani güven verici fiili ve hukuki düzenlemeler yaparak- aşılabilirdi. Ancak bu köprüler inşa edilmedi. Sonuçta her biri uçurumun bir tarafında duran aktörlerin birbirlerine yaklaşmaları ve orta bir noktada buluşma olanağı kalmadı. Sürecin sonunu getiren de bu oldu.
Önder bu bağlamda sürecin çöküşünü sadece bir kişiye veya spesifik olarak bir olaya dayandırmanın doğru olmadığını belirtiyor. Sürecin taşınamamasını, yapısal problemlere bağlıyor.
Kendini sütten çıkmış ak kaşık olarak sunup karşı tarafı günah keçisi kılmanın barışa ve çözüme bir katkısı olmaz. Dolayısıyla projektörleri iki tarafa da tutan bu yaklaşım, tek yanlı, mutlak haklılık iddialı ve niyet odaklı süreç okumalarından daha gerçekçi ve tatmin edici bir çerçeve sunuyor.
Kürdistan 24, 16.06.2021