Bazı kelimeler beni benden alıyor…
Herhangi bir metnin içinde görünce bu kelimeleri, beynim “okuma” diye sinyal veriyor. Zaten, bu tür kelimelerle karşılaşınca okumanın tadı kaçıyor, yılların verdiği tedirgin tecrübeyle manalarını az çok bilsem bile, sürekli aslında olmaları gereken diğer kelimelere çevirerek, aklımda yeni halini tekrarlayıp, anlama gayretine giriyorum. Okuduğum metin ile arama giren bu gereksiz gayret, okumanın bütün büyüsünü bozuyor.
Felsefe öğrencisi olduğum için, felsefî metinlerde göre göre, “tözsel”, “tinsel”, “aşkınsal”, “çatışkı” gibilerine biraz alışabildim. Ama “anlak” kelimesi ile karşılaştığımda hâlâ alt üst oluyorum. Yerine “zihin” kelimesini, “akıl” ya da “idrak” kelimelerini koyuyorum, bir türlü dengeyi bulamıyorum, metnin bütününden kopuyorum. Bir gayret, hadi, sil baştan, paragraf başından başla! Bir kez daha oku, bir kez daha yabancılaş! Daha şaşarak yabancılaş!
Aslında bu kelimelere “sözcük” demek daha doğru olabilir, hâliyle… Ama sevemedim gitti o lâfı da. Sözcük? Küçük söz gibi mi? Sevimli söz gibi mi yoksa? Etimolojisine bakınca, “sözcük” kelimesinin 1969 öncesi TDK sözlüklerinde görülmediğini öğrendim. Eski Türkçede de varmış, ama “kelimecik” anlamında marjinal bir tabir imiş bir zamanlar. “Dil Devriminin ikinci evresinde muhtemelen Fransızca vocable ‘söz-cük’ ilhamıyla ‘kelime’ anlamı” yüklenmiş. Sonradan ortaya çıkan bu kelimelerin ilhamlarının her biri ayrı bir hikâye. Bu hikâyeleri öğrendikçe, üzülmek de mümkün, eğlenmek de.
Alev Alatlı’nın “Viva La Muerte! Yaşasın Ölüm” romanında bu “öz” denilen Türkçedeki kelimelerin türetilmiş değil, üretilmiş olmasından bahsettiği şu satırları ilk okuduğumda da çok şaşırmıştım:
“(Bu kelimeler) Batı dillerinden alınmadır, yani bağımsızlık söz konusu değildir… Örnek: Arapça kökenli ‘usul’ kelimesinin yerine geçen ‘yöntem’ kelimesinin ‘yön’ hecesi Türkçe; ‘tem’ hecesi, Fransızca ‘systeme’ kelimesinin ‘tem’idir. Türkçede böyle bir sonek yoktur. Aynı şey ‘kıyası mukassem’ ya da ‘dilemma’nın karşılığı olarak sunulan ‘ikilem’ kelimesi için de geçerlidir: ilk hece Türkçe, ikincisi Fransızca. ‘Mektep’ kelimesinin yerini alan ‘okul’ kelimesi, Fransızca ‘ecole’ün bozulmuşudur… ‘Umumi’ kelimesinin yerini alan ‘genel’, İngilizcedir. ‘Sekizgen’in ‘gen’i ‘octagon’un ‘gon’udur.”
Bir kısmı garip bir şekilde başarılı olmuş ve yer yer sırıtmaya devam etse bile hayatımıza girmiş bu kelimelerin, bu kadar garip bir “üretim” sürecinden geçtiğini tahmin edemezdim tabii.
Gelelim, bütün bunları aklıma getiren vesileye…
Bir süreden beri yavaşlamak üzerine metinler okuyorum. Aklıma Milan Kundera’nın “Yavaşlık” romanı geldi. 1997 yılında okumuşum, aldığım notlardan anladım. Aklımda ilginç olduğu kalmış, başka da hiçbir emare yok.
1996 yılından 3. baskısı var elimde. Can Yayınları, “Fransızcadan çeviren Özdemir İnce” ibaresiyle. Bir heves okumaya başlıyorum. Daha ilk cümlelerde ufak tefek acayipliklerle karşılaşıyorum ama huysuzluğumun farkında olduğumdan, devam edebilmek için görmezlikten geliyorum; tamamı böyle değildir, abartmamalıyım, birazdan yoluna girer, soğumamalıyım, ayrıca, pekâlâ şahane cümleler de içeriyor.
İçeriyor, doğru ama bu cümleler de işe yaramıyor yola girmesi için. Evet, tuhaf bir biçimde, zaman zaman çok ustaca bir çeviri ile karşı karşıyayız. Ama sanki birden fazla çevirmenin eli değmiş. Çünkü bazen de, gülsem mi ağlasam mı bilemediğim ifadeler beni kitaptan uzaklaştırıyor. Artık bir okur değil, bir “acayip ifadeler” avcısıyım.
“Tuhaf bağlaşım: Tekniğin kişiliksiz soğukluğu ve esrimenin yalımları…” (S. 6)
“XVIII. yüzyıl, sanatı ile, hazları aktörel yasakların sisinden kurtardı…” (S. 11)
“Ya da, hiç farkına varmaksızın, hep böylesine çınlayan bir kavkının içinde mi yaşamaktadır insan? Her ne olursa olsun yankılı kavkı, tilmizlerine “Gizli yaşayacaksın!” diye buyuran Epiküros’un dünyası değildir.” (S. 12)
“… Tam tersine, bir öykünmeci, bir izleyici, dahası aceleci bir yansılamanın sonucu olarak dünyanın ününü cilalayan bir uşak düzeyine inecekti.” (S. 17)
“… Bana göre aşırıya kaçan gençlik tapıncından dolayı eleştiririm onu.” (S. 25)
“Büyük seyirci kitlesi safyürek olduğu ve tinsel davranışları güzel saydığı için dansçı daha tinsel görünmek ister. Ama bizim küçük topluluğumuz sapkındır ve töredışını sever.” (S. 29)
“…öyleyse: geciktirimi, kesintisizliği uzatma sanatı, daha iyisi, esrime, coşum durumunda olabildiğince uzun kalma sanatı.” (S. 35)
“… Immaculata’ya duyduğu öfkeyi bastırmıştı; yabansıl ukaladan kurtulduğu için minnet duyarak hafifçe gülümsedi bile ona.” (S. 73)
“… Sanal ve gerçekdışı, gizil ve gücül olarak bir seyirci var orada, onlarla birlikte.” (S. 111)
“… Ama havuzun çınlamlı boşluğunda yeni bir gürültü yankılanıyor.” (S. 114)
“Devinimlerin ilksel dili bunu gerektirir.” (S. 120)
“Genel bellek yitiminin yumuşacık şalına sarın.” (S. 129)
“ – Özür dilerim. Gene imgelemimin hatası.
– Nasıl imgelemin?” (S. 132)
Buraya daha fazla uzatmamak için almadığım ya da yukarıda aldıklarımın farklı versiyonu olan nice tuhaf kelime ve bazen de son örnekte olduğu gibi bir ses karmaşası…
Çevirmenin çok sevdiği “öykünmek”, “devinmek”, “övünmek” gibi fiillerin yan ürünleri: “Öykünme”, “öykünüm”, “öykünmeci”… “Devinim”, “devinimli”… İkisi de isim olmak üzere, “övünç”, “övünce”. Benim çok sevdiklerimden, “tapınç”, “istenç”, “üzünç”, “gizil”, “gücül”…
“Perisel” de ilginç sesiyle listedeki yerini alıyor tabii.
Bu kelimeleri gördükçe, bir şüphe alıyor beni. Bir aşamadan sonra, bu “üretim” ya da “yaratı” işi bireyselleşti mi acaba? Aşağı yukarı “gidiş yolu” belli. İsteyen herkes, özellikle çevirmenler mesela, istedikleri gibi saf Türkçe kelime üretmiş olabilir mi? Bu ruhu taşıyan her kitapta, kitaba mahsus kelimelerle karşılaşmamız mümkün ne de olsa.
Sanıyorum ki, 2000’li yılların başından bu yana, artık giderek daha az kullanılıyor bu tür kelimeler. Muhtemelen dile yerleşenler yerleşti. Kalanları, artık bu tarz üretim fazla itibar görmediğinden, modası geçtiğinden, şimdilerde yaşı ilerlemiş birkaç kuşaktaki kullanıcılarıyla birlikte yavaş yavaş etkisini kaybetti belki de.
Nasıl olmuş bütün bunlar? Kim kimi nasıl inandırmış bu kelimelerin daha iyi olduğuna? Bizim örnekte, Fransızcadan “o dile” çevrilen bu ifadeleri, o dilden de Türkçeye çevirme gereği duymadan okuyabilen var mı acaba? Ülkemizde konuşulan dillerin bir kısmı yasaklanırken, her daim yüceltilen “Türkçemiz”in başına neler gelmiş böyle? Bu da bir kısmi yasaklama sayılmaz mı?
Belki de benim bu tepkisel coşumlarım bir kelime severin gizil ve gücül çınlamlarıdır!