Genç bir üniversite öğrencisiydim. Okuldan bir arkadaşımın Sultanahmet Meydanı’nda aylak aylak dolaşırken “Hadi gel Erol Taş’ın kahvesine gidelim” demesiyle başladı her şey. O günden sonra İstanbul’da bazen sık sık gittiğim bazen de birkaç yıl ara verdiğim ama mutlaka bir şekilde yolumun kesiştiği bir yer oldu Erol Taş’ın kahvesi…
Daha dün gibi hatırlıyorum iki arkadaş Sultanahmet Camii’nin oradaki sokak aralarından süzülüp Cankurtaran’a indiğimiz o günü. Meraklı gözlerle Akbıyık Caddesi ve kesişen sokaklardaki cumbalı evlere bakmıştım. Birçoğu eskiydi o zamanlar, tadilat görmemişti; yine de heybetlilerdi. İçlerindeki yaşanmışlık izleri binaların dışına vuruyordu. Cankurtaran’a indiğimizde, tren alt geçidine varmadan, şimdilerde Erol Taş Kültür Merkezi olarak faaliyet gösteren kahveye vardık. Mütevazı bir kahveydi, hâlâ da öyle…
Kahveden içeri girdiğimizde gözümü duvarlardan alamadım. İyi bir film izleyicisi olarak izlediğim birçok filmin afişi vardı. Erol Taş’ın oynadığı filmler… Filmlere inanırım ben, başrol ya da yardımcı oyuncu olsun; Erol Taş, hep kötü adamdı. O filmleri değerli ve özel kılanın oynadığı karakteri başarıyla canlandırması olduğunu daha sonra öğrenecektim. İşte orada, kasanın hemen yanında sandalyesini yan çevirmiş nargilesini içerken bize bakıyordu. Korktum… Eline bir sopa alıp bizi kovalayacak duygusuna kapıldım o an. O, sadece bize gülümsedi “Hoş geldiniz gençler” diyerek. İlk çay bardağını bitirdiğimizde kalp atışlarım ancak yerine gelebildi.
Oysa Erol Taş benim çocukluk kahramanım değildi. Hatta nefret ettiğimiz kötü adamdı. Zambo sakızları vardı eskiden, içinden ‘artizlerin’ resmi çıkardı. (Artiz denirdi, öyle derdik) Çok değerliydi o resimler. Ayhan Işık, Orhan Günşiray, Fikret Hakan, Cüneyt Arkın, Ediz Hun, Kartal Tibet, Türkan Şoray, Fatma Girik, Selma Güneri ve Kadir İnanır’ın olduğu yerde Zambo sakızından çıkan Erol Taş resmi kimsenin ilgisini çekmez, takasta bile kullanılmazdı. Paranın geçmediği, takasın değerli olduğu zamanlardı.
‘Kötü’ olmayan ‘kötü’ adam
O günden sonra, kahve benim için önemli bir yer haline geldi. Gidip geldikçe Erol Taş’ı içindeki ‘kötü olmayan’ iyi adamı tanıdım. Mahalleli zaten tanıyordu bu delikanlı, iyi yürekli abisini. Ve kahveye gidip gelişte değişik sokakları keşfettim. Cankurtaran’ın, bir evden diğer eve çamaşır asılan sokaklarını, o sokakta fakir ama mutlu yaşayan insanları tanıdım. Aynı mahallede doğup aynı mahallede yaşlanan insanları. Bugünlerde yol yapım çalışmaları nedeniyle susan banliyö treniyle de Cankurtaran’a gelmek ayrı bir keyifti. Sirkeci’den trene binip ilk durakta inerdiniz. Alt geçitten geçip kahveye varınca soluklanır, Erol Baba oradaysa bir selam verir, iki kelam eder, sıcak çayınızı yudumlardınız. Kelamsız bırakmazdı mekânına gelen insanları Erol Taş.
Hayat bir çakal yağmuru gibi akıp giderken (yaz yağmuru) bazı şeylerin değişmediğini görmek insana huzur veriyor. Aynı mahallede yaşlansan bile kendini koruyan mahalleler kalmadı artık. Hızlı değişime direnemiyorlar. Eskiden gençler bir çınar altında, çeşme başında ya da belirli bir pastanede buluşurdu. Onların yerini şimdilerde AVM’ler aldı. Bu çılgın yarışa AVM’ler bile direnemiyor. Bir yıl önce gençlerin deyimiyle trend olan AVM, hemen yakınında bir senede biten yeni AVM’ye bırakıyor popülerliğini. Böyle bir ortamda Türk sinemasının önemli ustasının, yaşadığı sürece çekimde olmadığı her an, 50 yıl boyunca işlettiği kahvehanesinin başında olmasını anlamak güç.
İnsan yaşadığı yere benzer
Aslen Erzurum doğumlu olan ve babasının ölümünden sonra annesiyle geldiği Cankurtaran’dan bir daha çıkmayan Erol Taş, şairin “İnsan yaşadığı yere benzer” dizelerini hatırlatıyor bizlere. Göç ettiği yerden geldiği mahalleye kök salan bir adamın öyküsüdür aslında bu. Mahallelinin deyimiyle ‘iyi yürekli adamın’. İlk gittiğimden beri, 30 yılda çok şey değişti Cankurtaran’da. Sultanahmet’e çıkan sokaklarda bulunan eski binalar onarıldı, butik otel, hostel, restoran oldu.
Ama değişmeyen şeyler de oldu, ara sokaklarda. Yine çamaşırlar dışarıda; komşu dayanışması sürüyor. Erol Taş’ın ruhu yaşıyor mahallede sanki. Ara sokakları dolaştığınızda rastlarsınız bunlara, bakıp geçmeden görmek isterseniz eğer. En son gittiğimde, yaşlı bir amcayla karşılaştım. Küçük tek katlı evini deniz mavisine boyamıştı. Elinde keseri vardı, bir şeyler onarma peşindeydi. Konuştuk ayaküstü, vakıflardan kiralamış evi; 40 yıldır aynı evde yaşıyordu. Küçük evini cennete çevirerek yaşlanmayı başarmıştı bu amca. Yolunuz Cankurtaran’a düşerse, Erol Taş’ın kahvesinde bir soluklanın ve dalın ara sokaklara. O sokaklarda hâlâ Dede Efendi’nin doğduğu evden bütün insanlığa yaydığı o muhteşem nağmeleri yankılanıyor çünkü. Hissederseniz, duyarsınız o nağmeleri…