Pazartesi akşamı hatırı sayılır bir kalabalık saatin 19.00 olmasını bekliyorduk. Gözümüz ekrandaydı, ülkede birçok insanın olduğu gibi… Uzun zamandır aynı anda, ortak bir duyguyu hissetmenin verdiği heyecanla yüklüydük belli ki… Ben, bu durumu 2002 Dünya Kupası açılışında Brezilya ile oynadığımız maça benzettim biraz da. Daha dün gibi hatırlıyorum; maçın oynandığı saatte Cağaloğlu’nda etrafta dolaşan turistleri saymasak insan yoktu. Belki Pazartesi akşamı o kadar insan izlememişti Ampute Milli Takımımızın maçını ama etkisi çok büyük oldu, gökten boşalan yağmur gibi akıttı duygularını insanlar. Hayata ve yaşama dair umutlarını tazelediler… Benim boğazıma nedense ayva kaçtı, düğümlendim. Oysa zamanı daha gelmemişti ayvanın, zaten yememiştim de…
Ampute Milli Takımı’nın İngiltere’yi 2-1 yenip Avrupa Şampiyonu olması sonrasında yaşananlar 50 dakikalık bir oyunun sadece ‘oyun’ olmadığını bir kez daha gösterdi. Bir oyunun üzerinden hayatı ve kendimizi sorgulamamızı sağladı belki de… Tek ayaklı insanların neleri başardığını görmek kalbimizi ısıttı; ılık bir ekim gecesi yıldızlara baktık, daha güzel yarınları umut etme adına…
Hayata dair çok şey öğrendik kısa süre içinde, asıl engelin bir şeyi istemek için çaba harcamamak olduğunu mesela…
Sosyal hayatın içinde pek görmek istemediğimiz, o hayata karışmaları için son yıllarda harcanan çabaları saymazsak yok saydığımız insanların zaferiydi bu biraz da… Bizlere tek ayakla da olsa tek yürek olunabileceğini hatırlattılar. Daha da önemlisi bir ülkemizin olduğunu, düşüncesi inancı ne olursa olsun aynı payda etrafında sevinebileceğimizi…
Hayata ilgili çok şey anlatılır, çok şey söylenebilir, oradaki yedeklerle birlikte 13 adamın hikâyesi üzerinden. Oyuna dair bir şey söylemek istiyorum daha çok…
Aslında Ampute Milli Takımımızın bu başarısı tesadüfi bir başarı değil. Ampute ligini izleyenler ki, ben TRT sayesinde öğrendim, iki yıldır elimden geldiğince takip ediyorum. Özellikle pazar günleri lig maçlarını canlı veriyorlar. İnanılmaz heyecanlı ve kıran kırana maçlar oluyor orda… Arada kavgalar da oluyor her oyunda olması gerektiği gibi… İki yıl önce Dünya üçüncüsü olan bu takım zaten bu turnuvanın da favori takımlarından biriydi. Çeyrek finalde Dünya Şampiyonu Rusya’yı 2-1 yenerek önlerindeki en büyük ‘engeli’ de aşmış oldular. İngiltere ise turnuvanın en iyilerinden biriydi ve finale kadar gol dahi yemeden gelmişti. Milli takımızın kaptanı Osman Çakmak bu durumu şöyle özetlemişti: “Daha bizimle karşılaşmadılar…” Evet, kaptanın dediği gibi, daha Türkiye ile maç yapmamışlardı ve bu oyuncular, onları yeneceklerine, onlardan iyi bir takım olduklarına inanmışlardı… Finalde yenilebilirlerdi de, bu bizim iyi bir takım olduğumuz gerçeğini değiştirmezdi hele yüreksiz hiç yapmazdı. Çünkü takımdılar…
Her şeyi hamasetle açıkladığımız için, Ampute Milli Takımımızın bu başarısını yüreğe ve ruha bağladık haliyle. Hayatı olayları oradan okumak işimize geliyor belki de… Yenilerek ikinci olan İngiltere, yüreksiz olduğu için değil, biz daha iyi olduğumuz ve 40 binin üzerinde seyirci desteğini arkamıza aldığımız için şampiyon olduk. Şampiyon olduktan sonra hedefimizde Dünya Kupası elemelerinde başarısız olan ve İzlanda’ya 3-0 yenilen oyuncularımız vardı. Bir zamanlar göklere çıkardığımız oyuncuları bu kez çim sahanın içine gömdük. Ampute Milli Takımımızı kalkan olarak kullanıp…
Endüstriyel futbol diye diye, bu güzel oyunun içine ettik. Oyunu sevmeyi bıraktık öncelikle, kazanmaya odaklandık. Kazanamayınca da oyuncuların aldıkları paralara, primlere laf ederek daha da önemlisi yüreklerini sorgulamaya koyulduk… Sanki her şeyimiz tamam da bir tek yürek eksikmiş gibi. Gerçeklerden kaçmanın en kolay bu sanırım. Sırf kazanma adına takımlarımız yaşlı futbolculara tonlarca para akıtırken, alt yapıda çalışan antrenörlere, eğitimcilere asgari ücreti bile çok gördük. Asgari ücretle çalışan bir adamın nasıl futbolcu eğiteceğini sorgulamadık çünkü bizim için önemli olan takımımızın kazanmasıydı. Havaalanlarına koştuk, milyonlarca Euro karşılığında bize gelen yaşlı oyuncuları omuzlara almak için… Bu yaparken kendi oyuncularımıza aynı güzelliği yapmayı bırak, ilk fırsatta onları çimlere gömüp yüreksiz ilan ettik… Dünyaya ihraç ettiğimiz en önemli futbol değerimiz Arda’nın hali ortada.
Ampute takımı başardı, ilerde daha çok şey başaracaklar. Oyunun güzelliğinin yanında, çalışarak takım olmayı becerdiler. Kendi kategorilerinde bir sistemleri alt yapıları var. Oysa Milli Takımımız Dünya Kupası elemelerine katıldıkları günden itibaren ne sistemleri ne de takım olmaları üzerinde konuşuldu. Saha dışında gelişen olayların tek suçlusu gibi gösterildiler. En az suçlusu oldukları halde. Futbolun dışında her şeyi konuştuk, her şeyi tartıştık. Sahada oynanan oyun üzerine hiç kafa yormadık ama. Başarısızlık gelince de hepsini futbolcuların üzerine yıkıp kenara çekildik. Ne de olsa onlar çok para alıyordu…
Futbolu yönetenler yine yerlerinde olacak, hiçbir şey olmamış gibi yapıp umut tacirliğine devam edecekler. Bir sistem olmayacak belli ki bir altüst oluş yaşanmayacak. Bu başarısızlığı örtmek için Ampute takımımızın çalışarak adım adım ilerlediği başarısı bile kullanılacak. Kullanıldı da… Oysa bu maç bize ruhtan, yürekten çok daha fazla şey anlatıyor. Bu oyunun en güzel yanının takım olmaktan geçtiğini. Bunu yapabilmek içinde öncelikle bir planın, bir sistemin olması gerektiğini de…
Bir Belçika filminde izlediğim replik hala aklımda bazen kendime söylerim: “Hayat, buz pisti gibidir, bazen düşersin.” Bir kaybedenin olduğu yerde kazanmanın çok da önemli olmadığını unutmadan, Ampute takımını en çok bu yüzden sevdim. Düştükleri yerden ayağa kalkmasını çok iyi bildikleri gibi bizlere de öğrettiler. Oyunu ve hayatı sevme adına…