Ana SayfaYazarlarBir sihirli değnek: Adana mutabakatı

Bir sihirli değnek: Adana mutabakatı

 

25 Ocak’taki Erdoğan-Putin görüşmesinde, Rus liderin ortaya attığı ‘Adana mutabakatı’ lâfı, o gün bugün Türkiye’de herkesin ağzında. Rusya’nın bu hatırlatmasının üzerine Türkiye’de özellikle iki kesim, tâbiri bağışlayın, mal bulmuş mağribi gibi atladı.

Bu iki kesimden biri, Fırat’ın doğusuna harekât için Rusya’dan yeşil ışık bekleyen; Adana Mutabakatı lâfında da bu ışığı gören veya görmek isteyenler. Bunların daha çok hükümet çevreleri olduğu söylenebilir. Cumhurbaşkanı Erdoğan’dan Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’na kadar, dış politikaya yön verenlerin Putin’in Adana Mutabakatı hatırlatmasını memnuniyetle karşıladıkları görülüyor.

Cumhurbaşkanı Erdoğan, Moskova dönüşü uçakta gazetecilere şunları söylüyor: “Baba Esed döneminde imzalanmış. PKK terör örgütünün mensuplarının bize teslim edilişini, terörle mücadeleyi ele alan bir mutabakat. Türkiye bunu işlemeli. ‘Türkiye’yi buraya kim davet etti?’ diyenlere karşı, o mutabakatı masaya getirmemiz lazım.”

Putin’in, Adana Mutabakatı sözüne adeta can simidi gibi sarılan ikinci kesim, Ankara’nın Şam ile ‘üst düzeyde’ konuşması gerektiğini uzunca bir süredir savunanlar. Bunları, kendi içlerinde ‘iyi niyetliler’ ve, haydi nezâketi elden bırakmadan söyleyelim, ‘niyeti belli olmayanlar’ diye iki gruba ayırmak mümkün. Birinciler, Türkiye’ye bekâ tehdidi yaratan terör yapılanmasının,ancak Suriye’deki merkezî yönetimin kendi topraklarını bütünüyle kontrol etmesiyle çözülebileceğini düşünüyor. Böyle düşündükleri için de Türkiye’nin Şam ile yeniden ‘üst düzeyde’ temas kurmasında ısrar ediyorlar. Anlaşılabilir, ama ciddi nüansları olan bir yaklaşım.

 

Bunların dışında, bir de Suriye politikasının zaten en başından beri yanlış olduğunu, çoktan iflâs ettiğini, Beşar Esed ile yeniden el sıkışılmasının da bu ‘iflâsın tescili’ olacağını düşünenler var. Putin’in Adana Mutabakatı sözleri ve hükümet kanadının buna genel olarak olumlu yaklaşması, bu kesimi bu sebeple heyecanlandırmış durumda.

Cumhurbaşkanının açıklamalarından, Suriye rejimiyle üst düzeyde’ bir temasın söz konusu olmayacağı anlaşılıyor: Bizim bir milyona yakın insanın ölümüne sebep olmuş, milyonları göçe zorlamış biriyle üst düzey temasımız olmaz.”

Bu cümle, Şam ile ‘alt düzeyde’ bir temasın olabileceğini imâ ediyor, ki zaten bir süredir güvenlik ve istihbarat alanlarında bu seviyede görüşmelerin yapıldığına dair haberler geliyor.

 
İnsan ister istemez soruyor: Madem Adana Mutabakatı bu kadar işe yarar bir argümandı, bunu neden Türk makamları daha önce gündeme getirmedi? Bu sorunun cevabı belli: Suriye’nin kuzeyine müdahale etmek için Türkiye’nin Şam ile varılmış eski mutabakatlara ihtiyacı yoktur da ondan. 20 Ekim 1998’de Dışişleri Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı Uğur Ziyal ile Suriye tarafında Siyasi Güvenlik İşleri Başkanı Tümgeneral Adnan Badr el Hassan arasında imzalanan bu mutabakat esasen kısa bir metin. Bazı maddeleri mutabakatta üzerinde uzlaşmaya varılan konuları; ötekiler de bunların kontrol mekanizmalarını ortaya koyuyor. Bu maddelerin hiçbirinde Türkiye’nin Suriye topraklarına müdahale hakkından ‘imâen bile’ bahsedilmiyor.

Türkiye’nin ‘Adana Mutabakatı’na ihtiyacı mı var?
 

Türkiye’nin bugün Fırat’ın doğusuna müdahale etmek için Adana mutabakatı gibi çoktan kadük olmuş eski mutabakat metinlerine ihtiyacı yok. Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı harekâtları Suriye ile bu türden ikili anlaşmalara/mutabakatlara dayanarak mı yapıldı?  

Ağustos 2016’daki Fırat Kalkanı harekâtının, “Türkiye'nin uluslararası hukuktan kaynaklanan hakları ve BM sözleşmesinin 51'inci maddesinde yer alan Meşru Müdafaa Hakkı ile BM'nin DAEŞ ile mücadeleye yönelik almış olduğu kararlar çerçevesinde" yürütüldüğünü biliyoruz. Türkiye, Ocak 2018’deki Zeytin Dalı harekâtına girişirken de, dayandığı hukuki zemini şöyle açıklanmıştı: “Harekât, ülkemizin uluslararası hukuktan kaynaklanan hakları, BMGK’nin terörle mücadeleye yönelik özellikle 1624 (2005), 2170 (2014) ve 2178 (2014) sayılı kararları ve BM sözleşmesinin 51’inci maddesinde yer alan Meşru Müdafaa Hakkı çerçevesinde, Suriye’nin toprak bütünlüğüne saygılı olarak icra edilmektedir.”

Bu hukuki dayanaklar içinde Adana Mutabakatı’na herhangi bir atıf var mı?

 

Kaldı ki, Rus Dışişleri Bakanı Lavrov, 'Bu belgenin halen yürürlükte olduğunu düşünüyoruz' dese de Adana Mutabakatı'ndan sonra köprülerin altından çok sular aktı. Fiilen tarihin çöplüğüne atılmış bir belgedir. Ayrıca, kimilerinin yazıp çizdiği gibi, Suriye’nin PKK’yı terör örgütü olarak tanıdığı ilk belge de ‘Adana Mutabakatı’ değil; Şam rejimi PKK’yı ilk kez 1993 yılı sonunda Ankara ile imzaladığı ‘Güvenlik Konularında Ortak Memorandum’da terör örgütü olarak kabul etti. 

 

 Adana Mutabakatı konusu, bir delinin kuyuya taş atması ve kırk akıllının onu çıkartmaya uğraşması gibi bir durum. Gelgelelim, işin içinde bir 'akıl', daha doğrusu bir ‘tilki aklı’ yok değil.

Putin ‘Adana’ derken ‘Şam’ demek istiyor

Vladimir Putin, uluslararası siyasetin tilkilerinden biri. Ekim 1998’de Türkiye ile Suriye arasında varılan Adana Mutabakatı'nı bugünlerde gündeme getirerek, Türkiye’ye dolaylı yoldan bir mesaj veriyor: ‘Fırat’ın doğusuna harekât mı yapmak istiyorsunuz? Buyrun yapın, ama bunu daha önce Şam ile imzaladığınız mutabakat çerçevesinde yapın.’
 

Yani?

Rusya, Türkiye’yi Şam rejimiyle yeniden temas kurmaya; müttefiki Beşar Esed'i yeniden ‘meşru aktör’ olarak tanımaya zorluyor. Ruslar bir süredir Beşar Esed’i uluslararası sahneye yeniden taşımak için adeta kıvranıyor. Bu amaçla, Sudan lideri Ömer el Beşir’e özel uçak gönderip, onu Şam’da Esed ile buluşturmak gibi zorlama sahneler de yarattılar. Ama bu yollardan netice alamayacaklarını da görüyor olmalılar. Bu yüzden, Tayyip Erdoğan ile Beşar Esed arasında bir tokalaşma görüntüsü, hem Beşar Esed için hem de Vladimir Putin için altın değerinde. Adana Mutabakatı hatırlatmasıyla, Fırat’ın doğusuna harekât için zaman kollayan Türkiye’yi Şam ile konuşturmak istemesinin sebebi bu.

 

Rusya, bu dönemde Türkiye’nin Suriye sahasında sonuç alıcı koordinasyon içinde bulunabileceği tek aktör. İki ülkenin, en azından Suriye’nin toprak bütünlüğü üzerinde temel bir mutabakatı olduğu görülüyor. Irak sınırından Akdeniz’e kadar uzanacak bir ‘terör koridoru’nun, Amerika için bir ‘stratejik hedef’ olduğu ise ortada. Rusya’nın böyle bir hedefi yok. Ancak buna rağmen, Moskova’nın da ‘Kürt kartı’yla oynamaktan vazgeçmediği ortada. 29 Aralık ve 25 Ocak tarihlerinde Moskova’da yapılan Türk-Rus görüşmeleri bunu gösterdi. Rus liderinin, Türkiye’de hayal kırıklığı yaratan, “Şam rejimini Kürtlerle diyaloğa teşvik ediyoruz" sözlerinin başka bir izahı yok. Konu, PYD/YPG’nin  ‘terör örgütü’ kimliğine gelince, Rusya’nın da ‘Amerika’nın ağzıyla’ konuştuğu ortada.

 

Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın 12 Aralık günü, ‘Tek bir gün bile kaybetmeye tahammülümüz kalmadı’ demesinin üzerinden 40 günden fazla zaman geçti. 21 Aralık günü söylediği ise şuydu: “Kurulmaya çalışılan terör koridoru bizi her türlü riski göze almayı gerektiren bir noktaya getirdi.”

 

Bu açıklamalara rağmen anlaşılan o ki, Türkiye Fırat Kalkanı harekâtı için uygun zamanı ve zemini beklemeye devam edecek.  

 

 

- Advertisment -