[27-28 Ağustos 2021] Bizler insanız. Tarih, insanların yeryüzündeki varlığını konu alıyor. Yaptıkları her şeyle. İdeal, saf ve tertemiz insanların değil (bir kere, hangi ideolojiye, inanca, dünya görüşüne göre saf ve temiz?). Hayır. Oldukları gibi, olanca gerçeklikleriyle insanların.
Karl Marx’ın “İtiraf”ının ünlü cümlelerinde olduğu gibi. İngiltere’de, Kraliçe Victoria döneminde aile içinde ve arkadaş çevrelerinde bir tür sosyal oyun, “itiraf” denen şaka yollu anketler. 1865 İlkbaharında Marx Hollanda’da, Zalt Bommel’de, amcası Lion Philips’in yanında kalmakta. 1 Nisan 1865’te kızları Jenny ve Laura böyle bir dizi soru yöneltiyor babalarına. Hemen bütün cevapları ilginç. Ama özellikle ikisi çok çarpıcı. Yaşam düsturu soruluyor; o çağın bütün elit entellektüelleri gibi, Yunan-Roma klasiklerine hâkimiyeti içinde, Latince Nihil humani a me alienum puto diyor: İnsanî olan hiçbir şey bana yabancı değildir. Romalı piyes yazarı Terentius’tan bir alıntının kısaltılmışı; aslı Homo sum humani nihil a me alienum puto şeklinde (Ben insanım; insanî olan hiçbir şey bana yabancı değildir). Ardından şiarı, sloganı soruluyor; bu sefer gene Latince De omnibus dubitandum diyor: Her şeyi sorgula (veya her şeyden şüphe et).
Marksizmin gelecek öngörüsü, siyasî projesi ve nelere yol açtığı bir yana; önemli bir insanlık mirası olarak, muhalefetteki Marksizmin eleştiri kapasitesi bir yana. (1) Her şeyi sorgula. (2) İnsanî olan hiçbir şey bana yabancı değildir. İyi ilkeler, sağlam ilkeler, genç tarihçiler için.
* * *
Konumuz eşcinselliği bireysel düzeyde incelemek ve anlamak değil. Toplumda çeşitli bireylerin neden eşcinsel tercihleri olduğu, belki genetiğin, belki psikolojinin konusu. Bizim burada meselemiz işin sosyal boyutu, yani neden bazı toplumlarda eşcinselliğin çok daha fazla yaygın ve görünür bir hal aldığı. Bu bir sosyal ve kültürel tarih sorunu. Özellikle de erkek eşcinselliğinden söz ediyoruz, çünkü bunlar müthiş erkek-egemen toplumlar. Kadın eşcinselliği hep çok daha geride, alacakaranlıkta. Kaynaklara çok daha az yansıyor.
Nitekim buraya, Osmanlı’da erkek eşcinselliğinden geldik. Önceki bir yazımda demeye çalıştım ki, bırakın Osmanlı’da eşcinsellik olmamasını; durum “Osmanlı’da da eşcinsellik vardı” diye tarif edilebilir bile değil. Osmanlı kent yaşantısında, cinsel yaşam ve gösterim, anlatım en çok erkek eşcinselliği etrafında dönüyordu. Bunu da, erkeklerin işgal ettiği bir kamusal alandan, kent kadınlarının yüzyıllar boyu hemen tamamen dışlanmış, çok büyük ölçüde eve kapatılmış (sequestered) olmalarıyla ilişkilendirdim. Bu koşullarda, başlı başına bir erkek toplumu oluşuyor. Kadınların olmadığı bu toplumda, erkeklerin biyolojik (hormonal) anlamda kaçınılmaz cinsel istekleri, sosyo-kültürel çerçevede birbirlerine yöneliyor. Olağan kabul ediliyor. En önemlisi, ister heteroseksüellik ister homoseksüellik bir kimlik sorunu değil. Herkes her şey olabilir. Falanca eşcinseldir, filanca değildir gibi kategoriler ve sosyal damgalar uzun süre (Ahmet Cevdet Paşa’ya bakarsak, belki 19. yüzyıla kadar) vücut bulmuyor.
* * *
Bir öğrencimin mektubu üzerine, kadınların kapatılıp kamusal alandan dışlandığı başka modernite-öncesi toplumlarda benzer sosyo-kültürel belirlenimlerin olası yaygınlığını, bugün Eski Yunan üzerinden örneklemeye çalışacağım. (Hemen belirteyim ki, akademil çerçevede kendi okuduğum kitap ve makaleler dahil ve onlardan da hareketle, aşağıdaki hemen bütün bilgiler, biraz karıştırırsanız internette mevcut. Herkes ulaşabilir. Ne aradığını bilmek koşuluyla.) Önce, en temel noktadan başlayalım: Böyle sert bir kadın-erkek ayırımı, buna bağlı olarak da net bir mekânsal ayrışma var mı, Yunan şehir-devletlerinde? Çünkü gelecek yazımda erkek eşcinselliği konusunda söyleyeceğim her şey, bu arkaplan üzerinde anlam kazanıyor.
Kritik soruya kritik cevap: Evet, var. Hem de çok katı ayırım ve eşitsizlikler söz konusu. Savaşçı bir kabile toplumunun bazı görece eşitlikçi özelliklerini kültürel planda yaşatmayı sürdüren Sparta istisnasını bir yana koyalım (İlkçağ Yunan tarihinin bütün ayrıntılarına giremem artık). En tipik olarak Atina’da (ve diğer şehir-devletlerinde) vatandaşlık kesinlikle kadınları kapsamıyor. Hemen hiçbir siyasî hakları yok. Tersine. Olmamasının teorisi yapılıyor. Platon, kadınların da medenî ve siyasî hakları olmasının, evin (hanenin, aile ocağının) ve devletin bünyesini kökten değiştireceği kanısında. Helenistik Çağda Aristo da aynı kanıda. Gerçi kadınları kölelerle bir tutmuyor ve bir mal gibi görmüyor. “Tabiatın kadın ile köleyi birbirinden ayırdettiğini” savunuyor. Fakat diğer yandan, kadınların satılabileceği ve satın alınabileceğini de kabul ediyor. Asıl siyasî planda, kadınlar, diyor, bir şehir-devleti yönetimine (= politikaya) ancak fenalık ve düzensizlik getirebilir; “tamamen faydasızdırlar ve düşmandan da büyük bir kargaşaya yol açarlar.” Sparta’nın (yukarıda değindiğim) farkını zararlı buluyor ve bu göreli özgürlüğün sonunda Sparta’nın çöküşüne yol açtığını iddia ediyor. (Bu noktada, İslâm toplumlarında ve dahi Osmanlı’da kadınların bir fitne ve nifak unsuru gibi görülmesini hatırlamamak mümkün mü acaba?) Bir bütün olarak Eski Yunan tarihinde kadınların konumunu, İÖ. 5. yüzyılın ikinci yarısında Peloponez Savaşı’nın tarihini yazan Thukidides’in iyi tarif ettiği kabul ediliyor: “[Kadınlar için] en büyük onur, erkekler arasında, ister övmek ister suçlamak amacıyla olsun, kendilerinden en az söz edilmesidir.” Bu da bizi görünürlük-görünmezlik, ulaşılabilirlik-ulaşılamazlık meselelerine getiriyor.
Nedir, Eski Yunan’da kadınların günlük hayatı ve toplumsal gerçekliği? Özellikle Yunanca ([H]eleniki) konuşan Hint-Avrupa kabilelerinin (yani Dorların) bugünkü Yunanistan’a ([H]ellas’a) İÖ 1100-1000 dolaylarındaki ikinci büyük göç dalgasından sonra, kabileden devlete geçiş, yani erkeklerin sınıfsal ve cinsel egemenliğindeki şehir-devletlerinin oluşumu sürecinde, Arkaik Çağda (y.800 – y.500) kadınların eski bazı haklarını yitirdiği gözleniyor. Toplumsal cinsiyet ayırımcılığı da bu bağlamda yasallık kazanıyor. Klasik Çağda (y.500 – y.323) Atina’da kadınların artık hiçbir hukukî kişiliği yok. Toplumun nüvesi oikos (ev, hane, hanehalkı, aile ocağı). Başında erkek kyrios var (efendi). Karı (evli kadın) anlamında kullanılan damar sözcüğü, “evcilleştirmek” veya “boyun eğdirmek” kökünden türüyor. Kadınlar evleninceye kadar babalarının (veya başka erkek akrabalarının) oikos’unda, onların kyrios’luğu altında. Evlendiklerinde, kocaları kyrios oluyor. Erkekler ortalama 30 dolayında evlenirken, kadınlar 14’ünde evlendiriliyor. Bunun iki nedeni var: (a) Kadınların bakireliğini garantilemek. (b) Kocaya, kendisi öldüğünde karısının kiminle evleneceğini belirleme olanağı tanımak. Kadınlar hukukî süreçlere dahil olamadığından, bunu da kyrios’un belirlemesi gerekiyor. Temelinde, evlilik ile mülkiyet ve vatandaşlık arasındaki ilişki yatıyor. Eski Yunan’da hürriyet, mülkiyet ve vatandaşlık içiçe. Kocanın, karısının kendinden sonraki evliliğini belirleme hakkı, mülkiyetin aynı akrabalık çevresi içinde devamlılığı açısından önem taşıyor. (Ve bütün bunlar, bir kere daha, İslâm ve Osmanlı hukuku ve sosyal pratiği ile sayılamayacak kadar çok benzerlikler arzediyor.)
İster baba ister koca, erkeğin kadın üzerindeki bu kapsamlı tahakkümü, günlük hayatın mekânsal organizasyonuna çok kuvvetle yansıyor. Aristo, sosyal hayatta ve kent yönetiminde kargaşalık yaratma kapasiteleri nedeniyle kadınların toplumun kalanından ayrı tutulması gerektiği görüşünde. Bunun için de ev içi bir hayat sürmeleri ve dışardaki erkek dünyasına hemen hiç girmemeleri isteniyor. Kadınların cinselliği ve doğurganlığı başka erkeklerden korunmalı ki, kocanın çocuklarının meşruiyeti ve mülkiyet hakları tartışmasız kılınsın. Bu merkezî anlayış etrafında bir yığın ayrıntılı kural örgütleniyor. Kısa elbiseler giyebilen ve diledikleri yere gidebilen Spartalı kadınların aksine, Atinalı kadınlar vücut hatlarını gizleyen ağır ve bol elbiseler giyiyor, evden de hemen hiç çıkmıyor. (İslâm-Osmanlı habitus’u ile benzerlik burada belki doruğa çıkıyor.) Hayatları oikos içinde, erkeklerin yarattığı aile mülkiyetini sürdürmeye yönelik aktivitelerle geçiyor. Babaları veya kocalarına mutlak itaatle yükümlüler. Bir tür harem – selâmlık ayırımı söz konusu. Evin üst katlarında barınıyor, özellikle sokak kapısından uzak duruyor, kyrios’un dostlarını ağırladığı yarı-kamusal alana girmiyor, eve misafir geldiğinde zinhar ortalıkta gözükmüyorlar. Eski Yunan çanak çömleği üzerindeki resimler, gündelik hayat içinde esas mekânlarının evin sütunlarla çevrili iç avlusu olduğuna işaret ediyor. Bütün iplik eğirme, kumaş dokuma, elbise dikme, yemek pişirme vb faaliyeti burada, ya ortada ya revakların altında cereyan ediyor. Çeşmeden testilerle su getirmek hariç, hemen bir tek burada açık havaya çıkabiliyor, biraz olsun nefes alabiliyorlar.
Siyasî faaliyet mi dediniz? Bu noktada, Spartalı kadınların da hiçbir ayrıcalığı kalmıyor artık. Meclislere ve toplantılara katılamıyor, kamusal alanda söz alıp konuşamıyor, tiyatroya gidemiyor, Olimpiyatları seyredemiyorlar.
Peki, erkekler ne yapıyor, şu veya bu özel işret meclisi için kadına ihtiyaç duyarlarsa? Bunun için özel, profesyonel eğlendiriciler var, hetaerae (hetair’ler) denilen. Eğitimli, güzel konuşabilen, sohbet edebilen, müzik âletleri çalabilen, erkeklere hoş vakit geçirtebilen, bunun için eğitilmiş kadınlar. Kabaca Japonya’nın geyşa’larına karşılık geliyor. Bu tür (tabii içkili) ziyafetlerde (Platon’un symposium’u dahil) oikos mensubu kadınların yeri yok. Ağır yasak. Bunun yerine, vatandaş erkekler bu hetaerae’nin hizmetlerine başvuruyor. Onlarla gönül eğlendiriyor.
Peki ne olur, erkekler günlük hayat içinde kadınlarla beraber olmaz, olamaz, onların olağan dostluğunu, arkadaşlığını, onlarla sohbeti, birlikte çalışma ve yaşamayı, birlikte eğlenmeyi paylaşamazsa? Madalyonun bir yüzünde hetaerae, yani kurumlaşmış fahişelik ve fahişeler; diğer yüzünde paiderastia, yani pederasty, yani oğlan sevicilik, yani oğlancılık yer alıyor.