Ana SayfaGÜNÜN YAZILARI“Biz aslında kaybettiklerimiziz”

“Biz aslında kaybettiklerimiziz”

“Çünkü biz aslında kaybettiklerimiziz”… Bu ithafla biten film paramparça hayatların, aşkların, sevgilerin, değerlerin yanında kaybettiklerimizin, kaybeden insanların, yitirilen insanlığın da sahnesi. Elde var kalanımız, kalan hayatımız, değerlerimiz. Bir de öyle bakmalı hayata, mesela “uyutma yasası”na. Cümle unutturma çabalarına, yasalarına, mevzuatına…

Geçen ay “Başıma gelmez” yazımda (21 Temmuz 2024) Yönetmen Michael Haneke’nin seyirciyi maruz bıraktığı filmlerden söz etmiştim. Filmlerinde seyircinin hayatla, dünyayla, gerçeklerle yüzleşmekten kaçmasına, sıyrılmasına izin vermiyor. Görmezden gelineni, şiddeti, gerilimi gözüne, bağrına sokarak “huzur”unu kaçırıyor. Filmlerle, gündelik ekranlarla da pekiştirilen alışkanlıkları, beklentileri, “mutlu son”ları darmadağın.

Adı “anlaşılması zor yönetmenler” arasında da geçse, “anlamak istemediğimiz”, “işimize gelmeyen, o mutat “sinema keyfi”ni sarsan filmlerin de markası. Sinema salonunu terk ettiren yönetmenlerden. Alejandro González Iñárritu’nun 2000 yapımı ilk filmi “Amores Perros (Paramparça Aşklar Köpekler)” de o mevzuda ünlü. Film seyretmeye tahammül edemeyen, hatta isyan eden, öfkelenen kitlesiyle de biliniyor. 

Farklı bir versiyonu bizzat başımıza geldi. Zarif, düşünceli, sinemasever arkadaşlarımıza yemeğe gittiğimizde birkaç film CD’si de “hediye” etmiştik. Aralarında da o günlerde CD’si yeni çıkan “Paramparça Aşklar Köpekler”…

Birkaç gün sonra gazeteci arkadaşım -biraz mahçup- filmi geri getirdi: “Biz bu filmi seyredemedik, evde öylece kalmasını da istemedik…” O incelikli insanlar lisan-ı (gayet) münasiple “hediye”yi iade ettiler bir bakıma. “Seyredebilen seyretsin bari” gibilerinden. İçleri almamış… 

Tahammülfersâ ama gerçek

Asla haksız sayılmazlar. Filmdeki şiddet, bilhassa “köpek dövüşü” sahneleri, o eski, okkalı kelimenin hakkını fazlasıyla veriyor: “Tahammülfersâ!” Lâkin film Meksika’da (da) yüz yıllardır “eğlence, bahis, kumar” olarak gelenekselleşen bir gerçeğin perdeye yansıması. Hayatın o yüzü öyle işte. Üstelik köpeklere, insana dair acı, korkunç gerçeklerin sadece kurgusu.

O tarihlerde çalıştığımız Ankara Hürriyet Gazetesi’nde de durma “köpek dövüşleri”ni haberlerle, açtığımız dosyayla ifşa ediyoruz. Ankara’nın çevresindekilerle bile dizi haber… Fotoğrafları bir yana, videoları da var. Evet, her yönüyle dayanılmaz… Geldiği raddeyi, insanların, köpeklerin hâl-i pür melâlini Iñárritu’nun filminde de, o videolarda da görüyoruz. O dövüşü coşkuyla, heyecanla, kahkahayla seyreden kalabalığı da… 

Benim de seri köşe yazılarım aynı mevzuda; “Kır Oğlum Boynunu”, “On Yaşındaki Dövüş Koçu”, “İmparatoruna Âşık Olan Gladyatör”… Düzenleyen “dövüş çeteleri”nden tehdit telefonları da geliyor. Zira Jandarma fotoğraflı-videolu o haberlerden sonra baskın yapıyor birisine. Sonuç para cezası. Kanlı kumarın “mano”sundan vergi, “pay” almak gibi… Ödüyorlar, yeri-zamanı değiştiriyorlar, devam.

PETA da Ankara’da

Aynı dönemde Ankara’daki köpek katliamları da manşetlerimizde. Mamak, Kutludüğün ve Portakal Çiçeği’nde yüzlerce köpeğin bazıları vurularak, zehirlenerek, bazıları canlı canlı gömülerek katlediliyor. Failleri arasında başrolde belediyeler… Toplu mezar yeri bulan bir kısım “gönüllüler” de var arada. 

Ankara Hürriyet muhabirlerinin, belgeleri, fotoğrafları, tanıklarıyla ortaya çıkardığı olay dünya basınının da gündemi. Yapılan üç mitingin ardından, dünyanın en büyük hayvan hakları örgütlerinden PETA da Ankara’ya geliyor. Uzun süre duruyor katliamlar.

Savaş hep olan şey…

İade edilen o CD aklıma o günlerde o arkadaşlarımın da seyrettiği, sözünü de ettiğimiz “Er Ryan’ı Kurtarmak” filmini de getirmişti. Filmin özellikle ilk yarım saati, Normandiya kıyısındaki Omaha Plajı’na yapılan çıkarmadaki kan, vahşet, şiddet, ortalığa saçılan uzuvlar, yani savaşın gerçek yüzü de korkunç. Tahammülü bırakın can-fersâ (canı tüketen), tâkat-fersâ, hıred-fersâ (akıl bırakmayan)… Ama onlar hep olan şeyler. Savaş kalûbelâdan beri insanın hem “zafer”i, hem insanlığını da kaybettiği en büyük yenilgisi. 

Tarih boyunca “insanın insana ettiği”, tahammül (hatta kabul) sınırını da genişletiyor belki. Bir zamanlar bu ülkede yapılan işkencelerin, alenî işkence merkezlerinin, idam kisvesiyle “bir sağdan bir soldan” cinayetlerin lüzumunu tartışıyordu “millet”. Vatanımızı ite-kaka, eğe-büke yaptığı referandumun yüzde 91’lik “Evet”i, kibri, şımarıklığıyla da yöneten Kenan Evren’in “Asmayalım da besleyelim mi?”sini… Ne kadar, kaç yıl, kaç adım geride kaldı, o da tartışılır. 

Böyle hâller beni “Zehirci, Fındık ve İğneci Amca” yazımda vurguladığım insana yapılan zulme, eziyete duyulan hüzne nazaran, hayvanlara, köpeklere, kedilere yapılanlara üzülmenin daha doğrudan, “ama”sının daha zor olmasına da getiriyor. Nihayetinde “günahsız, savunmasız” canlılar… Birçok nedeni olabilir, o yazımda değinmeye çalışmıştım.

Kuşlar, dallar, kanatlar… 

Köpeklerle ilgili “uyutma yasası” 10 gün önce Resmi Gazete’de yayımlandı. “Dur kendime yer edeyim, gör sana neler edeyim”i beklerken, Niğde’de, Ankara Altındağ’da köpek katliamı haberleri gündemi sardı bile. Paramparça edilen, gizlice gömülen köpeklerin -gösterilebildiği kadarıyla- uzaktan, toplu görüntüleri… 

Mozaiklenen, olduğu gibi yayınlanamayan bu korkunç gerçeğin fonunda “Amores Perros” filmine de değinmek istiyorum. Paramparça insanlara ve köpeklere… Bugünkü hâlimize dair var kıssadan hissesi.

Iñárritu’nun ilk filminin üç farklı hikâyesi, üç ana kahramanı, üç ayrı hanesi, her hanenin farklı köpekleri var. Ve her hikâyesinde kanatlarının çıkıp uçacağına, “o hayatlar”dan kurtulacağına, mutlu olacağına inanan insanlar. Velâkin “Kuşlar dalları sever, kanatlarsa uçmayı…” bazen.

İlk hikâyede Octavio ağabeyi Ramiro’nun karısı Susana’ya vurgun. Onu çocuğuyla birlikte alıp başka diyarlara uçmayı, yeni bir hayata konmayı, bir aile kurmayı istiyor. Uçamıyor, kalıyor dalında. Tek başına, hem de köpeksiz…

Dalına dönen Daniel 

İkincisinde Daniel, karısını, çocuklarını terk ederek genç, ünlü model Valeria’yla yaşamaya başlıyor. Kanatlanıyor, başlangıçta… Ama gerçek hayat darbesini vurunca dalları(nı) seçiyor. Valeria’nın en büyük aşkı ise minik köpeği Richie. Onsuz ne uçuyor, ne konabiliyor.

Son hikâyede eski gerilla El Chivo şiddetli yılların ardından sokaklarda çöp toplayan bir tetikçi, kiralık katil. Geçmişte kendine de en sert şekliyle yönelen şiddet, bugün belki “çöp toplamaya” benzettiği kendi soğukkanlı şiddetiyle yer değiştiriyor. 

Yıllar önce ailesini davası uğruna terk etmiş. Çok sevdiği köpeklerini de kanlı bir olayla yitiriyor. Eski karısını da kaybeden El Chivo’nun tek amacı var: Onun öldüğünü düşünen (kabullenen) kızı tarafından bağışlanmak. Bağışlanmanın hafifliğiyle yeniden uçup, eski hayatından uzaklaşmak…

Unutmak biçareliğimiz

İnsanlar mutsuz ama arada bir öyle olduklarını unutuyorlar. Octavio Susana’nın kocası Ramiro’yu, yaşadığı şehri ve köpeği Cofi’nin ona yaptığı vefasızlığı unutmasını umuyor. Kendisinin de umudu bütün bunları unutmak. Daniel “yeni aşk”ının ona geride bıraktığı hayatı unutturmasını… Eski hayatını unutmak isteyen El Chivo da küçücükken terk ettiği kızının geçmişi unutmasını.

Ya biz? Unuttuklarımızın bir kısmını Amores ve Perros’la, aşklarla, köpeklerle hatırlıyoruz. Film bittiğinde çoğu paramparça… Unuttuklarımızı hatırlamak bizi mutlu etmiyor her zaman. Unutmak marifetimiz, bir nevi tedavimiz zira. Telâfi mekanizmamız… Unutmak bizi köpeklerden ayıran biçareliğimiz. 

Hepimiz öyle zamanları, “o an”ı bekliyoruz bazen. Unutmaları, uzaklaşmaları… Temize çekilmesi gereken çok sayfa var demek ki hayatlarımızda. Çok aşklar, çok ayrılıklar, vefasızlıklar, ıssız gece sokaklarında başını kaldırıp hâlimize havlayan, okşayınca bizimle birlikte inleyen köpekler var. 

Cofi’ye o dünya dar… 

Octavio’nun kardeşinin karısı Susana’yla terk-i diyar eylemek için ana ihtiyacı para. Aşk yoluna parayı ise, sadakati, bağlılığıyla kendisini koşulsuz seven evcil köpeği Cofi’yi ölümcül arenada dövüştürmekte buluyor.

Cofi’nin Octavio’ya olan bağlılığı, sadakati, Octavio’nun Susana’dan ibaret tahayyülleriyle kara, grotesk bir hâl alıyor. Ölümcül yaralanan köpeğini kaybetmese, bir daha dövüştürmese bile, gelecekte Susana ile birlikte kurmayı hâyal ettiği “homesweethome” da Cofi’ye dar sanki. Susana’nın ilk fırsatta köpeği sokağa saldığını biliyoruz. 

“Kalsın-gitsin” tarzı bir münazarada Octavio’nun Cofi’ye -sonuna kadar- sahip çıkacağı da çok şüpheli. Önce Susana, daima Susana. Neil Young’ın yaşlanan kulakları çınlasın, “Oh Susannah, Oh Susannah, Oh, oh, oh, Susannah”…

Vicdan şimdiki zaman

Octavio’nun köpeği Cofi’yi vuran çete liderini bıçaklaması, kaçmaya ve onu kurtarmaya çalışırken kaza yapması, vicdanı geriye sarmasından ibaret. Oysa vicdan sadece şimdiki zamanda yaşıyor, gelecek zamanda anca günah çıkarıyor. Ve köpekler vicdanı/vicdansızlığı insandan daha kolay, daha önce hissediyorlar galiba. 

Ama “Ben seni hep, sonsuz sevdim” diyemiyor Cofi. “Nereden sevdin o zalim kadını” da diyemez. Köpekler kelimelerle konuşamıyor çünkü. Sadakat kelimeye de gelmiyor zaten.  Ve bakışlara, sessiz-kelimesiz sevgiye değil sadece seçili, popüler, hurda kelimelere tapan, inanan insanlar, köpekleri anlayamıyor. 

Etik suç mahalleri 

İkinci hikâyede top model Valeria’nın cici bici kucak “Hev Hev”i Richie parkedeki bir aralıktan döşemenin altına girip günlerce kayboluyor meselâ. Yeni evlerinde balayı günleri korkunç bir kazayla bölünen iki sevgiliye, ikinci, yeni darbe. Köpeğin belli belirsiz inlemeleri, korku dolu figanları gece -uyumaya çalışan-çiftin yatağına sızıyor.

Minik Richie’nin akıbetinin parkenin altındaki dev fareler ülkesinde korkunç bir muammaya bürünmesi, sevgileri, bağlılıkları için ikinci imtihan. Richie’nin cici (üvey) babasının ödünç, eğreti ilgisi… Usanması… Giderek o hadisenin, o yeni evin bir nevi “etik suç mahalli”ne dönüşmesi… 

O sahneleri izlerken, Edgar Allan Poe ateş istiyor benden. “Kara Kedi” hikâyesindeki gerilimi, dehşetiyle değil sadece… Kusursuz bir cinayetin -yaşayan- tanığı olarak evin duvarında cesetle birlikte gömülü kalan kara kedinin tuğlaların ardından gelen iniltileri, çığlıklarıyla da.  

Onarılan gözlükle yeni hayat

El Chivo’nun terk ettikten sonra ölen karısının ardından kızına yolladığı selam artık “Affet beni ve hoşça kal…” Ve hayırsız babaların bildik telâfi mekanizması bir dolu para… Finalde, evini, ailesini ve onlarla tanımladığı insanlığını çoktan kaybeden kiralık katil El Chivo’nun, köpeklerinin katili Cofi ile birlikte belirsiz bir yola gidişini izliyoruz. 

Cofi de hayırsız sahibini geride bırakmış. O da evini, yuvasını kaybetmiş… Sevgilisinin giderayak en acımasız sözlerle terk ettiği, yapayalnız kalan Octavio’ya “Oh olsun” diyemiyorum. Ama sen Cofi’ye neler yaptın?

El Chivo finalde kendi doğum adını, Martin’i kullanmaya başlıyor, Cofi’nin de “yeni hayat”ındaki adı artık Negro… Martin’in gözünde onardığı, bantla yapıştırıp taktığı kırık gözlüğü… Yeni bir bakış da, yeni bir hayat mümkün mü, bilemiyoruz. Paramparça olan şeyler aslına dönmüyor. Zor. Ama hatırası olağanüstü, parçalandığında… Bazısı çatlak, kırık ama kıymetli, çok eski bir porselen vazo gibi. 

Beyaz renk de değil marifet de

Octavio gibi anneni, ağabeyini, köpeğini, sonra sevgilini, Daniel gibi eşini, çocuklarını, sonra sevgilini, El Chivo gibi her şeyini parça parça geride bıraktığında… Hatıraların da paramparça oluyor. Kaybettiklerinin boşluklarıyla, kara deliklerle de dolu… Yaşamın da bazen dön-gel “yaşantı”lar. 

Hepsi, bir dairenin döngüsünde -zamanla- hızlandıkça bir tayfa, çarka dönüşüyor. Önce parçalar kayboluyor, sonra renkler silikleşiyor. “Beyaz”a yıllar sonra, o tayfın hızlı döngüsüyle ulaşıyorsun bazen. 

Ak’landın sanıyorsun, müsvedde defterini temize çektin, halloldu sanıyorsun. Oysa tüm renkleri yok ediyor bazen o tayf, bembeyaz. Beyaz sanki bir renkmiş, beyaz marifetmiş gibi… Bir kefen gibi sarıyor bazen seni. Ve filmin finalindeki o cümle çıkıyor karşına: “Luciano’nun anısına… Çünkü biz aslında kaybettiklerimiziz.”. (Luciano, doğduktan hemen sonra kaybettikleri oğullarının adı.) 

Elde var kalanımız

Kesişen, kazayla çarpışan hayatlar… İnsanların, köpeklerin, insanların köpeklerinin, köpeklerin insanlarının… Film paramparça hayatların, aşkların, sevgilerin, değerlerin yanında kaybettiklerimizin, kaybeden insanların, kaybedilen insanlığın da sarsıcı kesitleri. Elde var, kalanımız, kalan hayatımız, değerlerimiz. Bir de öyle bakmalı, mesela “uyutma yasası”na. Cümle uyutma, unutturma çabalarına, yasalarına, mevzuatına… Ve insanların “sıradan” zalimliğine.

- Advertisment -