Gürbüz Özaltınlı’nın son birkaç yazısını ilgiyle okuyorum. “Yetmez ama evet” hissiyle takip ettiğim bu yazı dizisi daha sürüp gideceğe benziyor. Ataerkillik ve erkeklerin neredeyse doğuştan sahip olduklarını düşündükleri ve talep bile etmeden edinebildikleri bu haklar ve ayrıcalıklar silsilesi üzerine yazılacak çok şey var. Ben de, ortasından konuya dalıp birkaç çift laf etmek istiyorum. (Bu arada Twitter’da takip ettiğim Öznur Karakaş’ın bu konulardaki tweetlerinin de olağanüstü ilham verici olduğunu belirtmem gerekiyor.)
Bizim mahallede bile, yani az çok okumuş yazmış, ailesi sayesinde ya da çoğunlukla “fevkalade” azmiyle, karşılaştığı okuma, çalışma, kazanma fırsatlarını değerlendirme basiretini göstermiş ve kendi hayatının kontrolünü elde edebilmiş, kendi başına dimdik ayakta durmasında teorik olarak hiçbir engel bulunmayan orta-üst sınıf insanların yaşadığı bu mahallede bile, garip bir şekilde erkeklerin ibreyi hep kendilerine çevirmelerini sağlayan bazı mekanizmalar var.
Üç “mahalleli” çiftin, yani altı kişinin, bir arada olduğu bir masadayız. Kadınlardan biri, eşiyle arasındaki incir çekirdeğini doldurmayacak bir konudaki tartışmayı anlamsız bulmakla beraber, yılların bu konuda ona öğrettiklerinin verdiği yorgunlukla, kalan beş kişinin kendisini kınamaları ihtimalini savuşturmak için, “Herkes nasıl istiyorsa öyle yapsın o zaman, ben öyle düşünmüyorum” gibi bir şeyler geveliyor. “Son sözü kimse söylemesin”, “Bu konuda anlaşmasak da olur” gibi manalar içeriyor bu cümle. O zaman, erkeklerin gözünde, o ana kadar bir ümit tuttukları hayal kırıklığı açığa çıkıyor. Ne demek “son ve en haklı” sözü söyleme ayrıcalıklarının elinden alınması? Tabii ki, onlar bunları çoktan analiz (!) etmişlerdir ve vardıkları sonuçlar tartışmaya açık değildir. Böyle söylemezler ama böyle davranırlar.
İçselleştirilmiş bir ayrıcalık durumu, en ufak bir kaybetme ihtimali belirdiğinde, gözlere hayal kırıklığı olarak yansır, bu kısma alışığız. Hâlâ, bir tür inatla, alışamadığımız kısım, masadaki diğer iki kadının yaşadığı panik ve durumu kurtarma telaşı. “Erkekler hep böyle canım”, “Ne istiyorsa yap, uğraşma bu çocuklarla” imâları. Erkeklere “kıyamama” halleri.
Kendilerinin ve “karşılıklı saygı ve sevgiye dayanan” ilişkilerinin meşruiyetinin sorgulanabilecek bir şey olduğu hissi onlara bu paniği yaşatan. Anlaşılabilecek bir yanı var elbette. Diğer yandan, bu ilişkilerin meşruiyeti, ilişki içindeki rollerin sorgulanması erkekleri pek ilgilendirmiyor gibi görünüyor ilk bakışta, ama inanmayın. Belki de bir yerden gerçekçi bir sorgulama başlarsa, çorap söküğü gibi gelecek arkası. Ayrıca, en yakın ilişkideki bu açık haksız ve samimiyetsiz durum, aslında hayata karşı olan duruşlarının sağlamlığında da önemli bir çatlağa yol açabilir. Bu tehlikeler içten içe erkekler tarafından da sezilmektedir ama yokmuş gibi davranırlarsa, yok olacağına inanırlar, yani işlerine öyle gelir. Garip bir şekilde, hayattaki duruşlarını çok beğendiğiniz insanların ilişkilerinde bile, böyle muammalar vardır.
Pazarlıklar önceden yapılmış, anlaşmaya varılmıştır. Erkek “var” olacak, kadın da bu “lütuf” karşılığında, ardında kendinden irili ufaklı parçalar bıraksa da, kendine yollar açmaya ve bu yollarda yürümeye devam edecek. O ünlü “ataerkil pazarlık” terimi, böyle bir garip anlaşmayı ifade ediyor sanıyorum.
Evet, iki kişi arasındaki pazarlık da, bu pazarlıklar sonucu varılan anlaşma da kimseyi ilgilendirmez. Ama bu anlaşma yönteminin ikide birde ortaya “en akılcı” çözüm olarak sunulması haline itiraz etme hakkımız var. Tabii, küçücük bir itirazın bile, “huysuz kadın” olmanıza sebep olacağını garanti edebilirim. Üstelik o “huysuz ve tatlı” kadın sadece şarkılardadır. Çoğunluk sizi “tatlı” değil de “rahatsızlık verici” bulur.
Bizim mahalledeki erkeklerin bile ayrıcalıklarını ve doğuştan getirdikleri hakları kolayca hayata geçirebilmelerinde en büyük destek, yapılan bu “ataerkil pazarlık” dolayısıyla hemcinslerimizden geliyor.
İkinci büyük destek ise çok ilginç ve pratik bir erkek buluşundan gelmektedir: Erkeklerin suskunluğu.
Suskunluk birçok erkek tarafından çokça kullanılan bir silahtır. Sorular sorulmasından hoşlanmazlar. Ufak tefek konularda bile. Bu zamanla öyle bir hal alır ki, kadınların günlük hayatla ilgili önemsiz bir soru sorması bile “huysuzluk” olarak görünmeye başlar. Sorular mıdır onları rahatsız eden, yoksa bu soruların bazı ayrıcalıkları boşa çıkaran/yüzleşmelere sebep vermesinden korkulan muhtemel cevapları mı?
Kadınlar tarafından bakınca ne kadar huzursuzluk yaratan bir durum olduğunu tahmin edebilirsiniz. Kafanızda sıradan sorular ya da daha ciddi meraklar, şüpheler vardır ve bunlarla ilgili bir açıklama beklersiniz. Zaten hayat böyle bir şeydir. Soru sormak zihin açıcıdır. Bu tip soruları başta kendinize olmak üzere, herkese her an sorabileceğinizi düşünürsünüz. Hayatınız boyunca bu şekilde yol almışsınızdır, yani gayet sıradan bir durumdur, sonucun böyle olmasını anlayamazsınız, başka nedenlere bağlayıp sorularınıza devam edersiniz. “Kırıcı” ya da “kaçılması gereken” sorular sormadığınızı sanırsınız. Ama işin aslı öyle değildir.
Sorular, ataerkillik yolundaki mücadelelerinde “bizim mahalle”nin erkeklerini fena halde rahatsız eder. Düşünmek istemedikleri konuların, ki muhtemelen, kendi kafalarındaki imajlarının zedelenmesine yol açabileceğini sezmektedirler, ortaya dökülmesi riski ile karşı karşıya kalmak, erkeklerin önemli bir kısmını dehşete düşürür. Sıradan bir soruyla böyle bir zedelenme olabilir mi? Bu soruya cevabım, “Evet”, çünkü birçok sıradan soruya daha cevap verilmemiştir ve bu biriken sorular gittikçe düğümlenip içinden çıkılmaz hale gelirken, karşınızdaki insanın varlığının en önemli bileşenini oluşturmaya başlamıştır. Peki ama, bu sorular ve bunlara verilecek açık cevaplar olmadan nasıl iletişim kuracağız? Nasıl anlayacağız karşımızdaki insanı? Kendimizi nasıl konumlandıracağız?
Oysa, biz ne sanırız? Kadınlar duygusaldır, erkekler mantıklıdır!
Biz kadınlar, çoğunlukla duygusallığı, arkasından gelebilecek itaat modeli tehdidini umursamaksızın, sonuna kadar sahipleniriz. Ama erkeklerin neden “mantıklı” kabul edildiklerini de tam anlayamayız. Belki “soğukkanlılık” yani duygusallığın tersi neyse, odur bizim mahallenin erkeklerinin en önemli özelliklerinden biri. Çünkü suskunlukla mantığı neyin birleştirebileceğini düşünürseniz, bunun “kaçış” olduğunu bulabilirsiniz. Bu çoğunlukla bilinçli yapılan bir şey değildir, dolayısıyla buna mantıklı bir seçim denmemelidir belki de. Belki de bu “duygusal kaçış”tır. Yine döneriz, imaj zedelenmesine. Aynadaki görüntülerinin sorularla bozulmasını istemez erkekler. O denli istemezler ki bunu, içtenliğin sıcaklığındansa, duygusallıktan kaçışın soğukluğunu tercih ederler. Kendileriyle uğraşacak halleri yoktur, dünyada düzeltilecek bu kadar çok şey varken.
Bir kadın açısından, “ataerkil pazarlık” ya da “erkeklerin suskunluğu” gibi konuları yazmak tehlikelidir. Bu konulara girmek istemeyen kadınlar ve hemen hemen tüm erkekler tarafından huysuzlukla ve daha da fenası “agresiflik” ve “nezaket dilini” bilmemekle suçlanırsınız. Malum, sabır ve sevgi göstermek kadınların birinci vazifesidir.
Dolayısıyla Gürbüz Özaltınlı’nın ataerkillik hakkındaki tespitlerini okurken, benim de yaptığım gibi, neşelenmek mümkündür. Bir kadının benzer tespitleri ise, bunlarının her birinin tek tek mahallenin tüm erkekleri için geçerli olmayabileceğini ekleseniz bile, herkesin ağzında kekremsi bir tat bırakır. “Yumurta bile pişiremeyen” bir erkekten bunların farkına varmasını istemek ciddi bir girişimdir. Üstelik, bu tespitleri hep birlikte “nefret ettiğimiz” otoriter zihniyetle bağdaştırma niyetinde bile değiliz henüz. Ayrıca, hiç kimse iç rahatlığıyla birinci vazifemizi yerine getirmeden, yani sabır göstermeksizin ve yeterince sevgi dolu olmaksızın, bu aşamaya geldiğimizi iddia edemez. Çünkü sorularımız da çoktur, cevaplarımız da.