[23-24 Ekim 2021] “Batı Erdoğan’dan umudu kesti. Türkiye demokrasisinin kaderini artık çok umursamıyor. Erdoğan’ın iç politikasına fazla ilişmemeye, sadece dış siyasetinde onu hem sınırlamaya, hem büsbütün kopup gitmemesini sağlamaya bakıyor.”
ABD seçimleri civarında hayli revaçtaydı bu görüş. Daha çok, Avrupa Birliği’nin kendi başına adım atmak istemeyip Biden’ı beklemesinin yarattığı geçici ve yüzeysel izlenimlerden kaynaklanıyordu. Serbestiyet’teki bazı yazılarda da savunuldu. Şimdi olanca yanlışlığı ortaya çıkmış bulunuyor.
Kanımca Türkiye fazla zorladı Batıyı, başta Amerika olmak üzere. Trump’a çok da gizlenmeyen sempati, tekrar kazanacağı umudu, S-400’ler, Rusya ile genel yakınlaşma, Kuzey Suriye, Libya, Mavi Vatan, Doğu Akdeniz, Kafkasya’daki savaşta Azerbaycan’a topyekûn destek… Kavala’dan önce de bir yığın başka dâvâ ve tutuklama… Bu arada AİHM kararlarını tanımama, AB’nin uyarılarını duymazdan gelme… Hele son ikisi, bir bakıma Macaristan ve Polonya ile aynı kefeye koydu Türkiye’yi. Avrupa açısından, Varşova ve Budapeşte’yi görürken Ankara’yı daha fazla görmezden gelmeyi imkânsız hale getirdi.
Özetle, hepsi birikti ve uyarılar peşpeşe gelmeye başladı. İlk ciddî tökezleme, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Birleşmiş Milletler için gittiğinde ABD başkanı Biden ile görüşememesi oldu. Daha önce pek karşılaşılmamıştı böyle bir tavırla. Döndü; AB’den yeni yeni hatırlatmalar zuhur etti. Nasıl etmesin? Ortada apaçık bir durum var. Osman Kavala dört yıldır içerde ve hakkında doğru dürüst hiçbir suçlama yok. Bir kere beraat etti. Serbest kalacaktı ki, ânında ve sıfırdan icat edilen gerekçelerle tekrar tutuklandı. Besbelli, tahliye edilmesi istenmedi ve çok hızlı bir müdahale yaşandı bu noktada. 15 Temmuz darbe girişimine katıldığı iddiası, ansızın çıkageldi. İddianamesi çok sonra yazıldı. Ve son derece çürük. Kavala ne terörist, ne darbeci, ne bir şey. Nitekim Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın son günlerdeki demeçleri de, meseleyi Soros’la ilişkisine indirgediği noktada, ortada hukukî değil siyasî bir durum olduğunu aslında doğruluyor. Siyasette neyi temsil ettiği (hakkındaki yorumlar) nedeniyle nefret ediliyor Kavala’dan. Sorosçuluk veya Soros artıklığı, siyasî içeriği veya gerçeklik düzeyi ne olursa olsun, ceza hukukunda tanımlanmış bir suç değil. Osman Kavala “dışarısı” ile ilişkisi nedeniyle, liberal küreselleşme sürecinde yer aldığı gerekçesiyle, yargılanmaksızın hapsedilmek suretiyle cezalandırılıyor.
Hükümet görünüşte aldırmaz bir tavır aldı, Avrupa hukukunun ihlâl ediliyor olması karşısında. AYM gibi AİHM kararlarının da bağlayıcı olmadığına dair teoriler icat edilmeye çalışıldı. Bunlar iç kamuoyunda milliyetçilik malzemesi olabilir de, uluslararası ilişkilerde hiçbir kıymeti harbiyesinin olmadığı âşikâr. Tutmadı tabii. Tersine, “Türkün Türke propagandası”na harcanan vakit dahil, ertelemek habire kötüleştirdi durumu. Türkiye, fazla patırtı olmadığı sıralarda kendi insiyatifiyle yumuşak geçiş veya dönüş yapmanın bütün fırsatlarını kaçırdı. Kendi kendini köşeye sıkıştırdı. 9 Ekim’de AB Dış İlişkiler Sözcüsü Peter Stano net bir demeç verdi: Osman Kavala’yı serbest bırakın. Gene ses çıkmayınca, bu sefer başta ABD, Fransa ve Almanya olmak üzere on büyükelçi, aynı talebin altını hep birlikte çizme yolunu tuttu.
Evet, böyle ortak bir açıklama nadir bir önlemdir ve asıl bunun üzerinde düşünülmesi gerekir(di). Lâkin karşılığı Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın büyük öfkesi oldu. Belki bu kadar üzerine gelindiğine çok sinirlendi; orasını bilemem. Ama bir, büyükelçilerin yaptığı hukuksuz değildi. Siyasî niteliği âşikâr olan bir tutukluluğun, üstelik AİHM kararlarını tanımamacasına sürdürülmesi karşısında, acı ama haksız ve yersiz denemeyecek bir uyarıda bulundular. İki, buna karşı Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın daha baştan, Afrika gezisinden dönerken dile getirdiği ve 23 Ekim 2021’de yukarıda resmini gördüğünüz Eskişehir konuşmasıyla büsbütün ağırlaştırıp kesinleştirdiği “istenmeyen şahıs” ilânı (daha doğrusu, ilân etme talimatı), olayı bambaşka bir platforma taşıdı. Uluslararası diplomaside pek yeri yok böyle bir uygulamanın. Ülkeler birbirlerinin diplomatlarını, hele büyükelçilerini, kolay kolay sınırdışı etmez. Çok vahim bir adımdır, büyükelçi sınırdışı etmek. Düşmanlar arasında bile. Daha çok casusluk gibi nedenlere dayandırılır. Örneğin bütün Soğuk Savaş dönemi boyunca, 1952’de George Kennan Sovyetlerin ideolojik gerekçelerle persona non grata ilân ve sınırdışı ettiği tek ABD büyükelçisi oldu. Müttefik ülkelerin, NATO ülkelerinin büyükelçilerini sınırdışı etmek, bunun da ötesinde bir şey. Onunu birden sınırdışı etmek ise benim bilgi ve görgü ufkumun dışında kalıyor. (Bu satırları yazdıktan sonra, emekli büyükelçi Yalım Eralp’in analizini okudum Serbestiyet’te, gene 23 Ekim Cumartesi akşamı. Hemen aynı şeyleri söylemişiz. O da şaşkınlık içinde. Diplomaside hiç böyle bir şey hatırlamıyorum diyor. Yanılmadığıma sevineyim mi, üzüleyim mi bilemedim.)
Şimdi ne olacak? Bir kere, bu karar veya talimat uygulanacak mı diye bir sorun var. Hayır, Cumhurbaşkanı Erdoğan’a rağmen değil tabii. Ama belki Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın vazgeçmeye ikna edilmesi suretiyle, uygun bir geri çekilme formülüyle. Bu da hayli zor, her şeyi kamuoyu önünde deklare ve dolayısıyla kendini çok sert bir pozisyona angaje ettiği için. Diplomasi pek böyle yapılmaz, bu kadar alenî yapılmaz, bu kadar geri dönüşsüz yapılmaz genellikle. Gene de, kopuşun bedeli çok yüksek olacağından, 23-24 Ekim gecesi itibariyle Dışişleri buradan bir çıkış yolu arıyorsa şaşmam, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yenildiğini düşünmeyeceği bir çözüm bulmaya çalışıyor olabilirler. Sanıyorum. Umuyorum.
Yoksa… iyi olmayacak Türkiye için. Derin yankıları olacak. Muhtemelen Türkiye’nin de bu ülkelerdeki büyükelçileri sınırdışı edilecek. Zira Cumhurbaşkanı Erdoğan çok yükseltti eli birden bire. Meydan okumayı yutamayacakları, karşılıksız bırakamayacakları noktaya getirdi. Olursa, diplomatik açıdan zararı bu ülkelerden çok Türkiye’ye olacak. Zira her birinin Türkiye için önemi, Türkiye’nin onlar için taşıdığı önemden çok fazla. Dış politikanın yürütülmesi büsbütün zorlaşacak. Ankara’nın hele Brüksel nezdindeki itibarı vahim bir erozyona uğrayacak. Giderek daha fazla dışlanacak Türkiye. Sözünün ağırlığı artmayacak, tersine azalacak. Yeni F16 alımına veya F35’ler için ödenen paraların tazminine ilişkin talepler iyice zora girecek. Türk Lirası zaten erirken şimdi ağır bir darbe daha alacak. Dış ekonomik ilişkilerde sıkıntı, sırf ekonomik nedenlerle dahi artacak. AB’nin bundan sonra benimseyebileceği siyasî-hukukî yaptırımların ekonomik faturası ise, şu anda tasavvur etmek istemediğim boyutlara ulaşacak.
Peki, nedir bu çıkmaza girme veya sürüklenmenin gerekçesi? Burada iki farklı cevap geliyor aklıma. İlki, hiçbir doğru dürüst nedeni olmadığı. Kendine göre bir rasyonaliteye değil, sadece inada ve öfkeye, ya da koşulları ve ihtimalleri yanlış okumaya dayandığı.
Bu da vahim ama ikinci olasılık çok daha vahim. O da Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın, Türkiye’nin yaklaşık iki yüz yıllık modernleşme ve Batılılaşma serüveninin ardından, Batıdan tümüyle kopmayı göze almış, hattâ (bu bizim medeniyetimiz değil, bu medeniyete yabancıyız gibi fikirlerden de hareketle) belki istiyor ve şimdi bu zemini uygun görüyor olması.
Girilen mecranın olası sonuçlarını düşündüğümde, başka türlü bir açıklama bulamıyorum. Ama siyasî, askerî, ekonomik, her türlü maliyetini düşündüğümde, bu ihtimali de aklıma havsalama sığdıramıyorum doğrusu.