2021’i geride bırakmamıza birkaç gün kaldı. Bu sene okuduklarım arasında beni en çok etkileyen, Murat Sabuncu’nun tavsiyesi ile aldığım Fabien Toulme’nin “Hakim’in Yolculuğu” isimli 3 ciltlik foto-roman serisiydi.
Kitap iç savaş öncesi Suriye günleriyle başlıyor. Hakim, lise mezunu orta sınıf bir Suriye vatandaşı. Baba mesleğine olan merakıyla fidanlık kuruyor, şirketini büyütüyor, ailesi ve arkadaşlarıyla güzel bir hayat yaşıyor. İşinden memnun, eğlence hayatından geri kalmıyor.
Derken “olaylar” başlıyor. İlk gün sadece bir kurşunla evdeki aynası deliniyor. Kısa sürede biter diye düşünüyor ama bitmiyor. Gerilim hızla artıyor ve devlet eylemlere sert müdahaleler gerçekleştiriyor.
Hakim, işine devam etmeye çalışıyor, sokaklar yavaş yavaş savaş alanına dönmeye başlamışken. Herkes gibi tutuklanıyor. İşkence, kötü muamele derken 3 hafta sonunda “yanlışlık olmuş” denerek serbest bırakılıyor.
Hayatına dönmeye çalışıyor ama dönemiyor. Olaylar büyüyünce, daha birkaç ay evvel aldığı evini ve tüm hayatını geride bırakıp Şam’a taşınıyor. Bir gün annesi telefon açıp bombardımanla tüm apartmanın yıkıldığını söylüyor. Önce elleriyle kurduğu fidanlığını, ardından alın teriyle aldığı evini kaybediyor. Bir süre sonra kardeşi cezaevine giriyor. Hakim ailesinin ısrarıyla evini, şehrini, ülkesini, ailesini bırakıp Beyrut’a ulaşıyor. “Ortalık yatışınca dönerim” diyor. İş arıyor, para kazanmak için elinden geleni yapıyor. Ama nafile, tutunamayınca teyzesinin yaşadığı Ürdün/Amman’a gidiyor. Orada bir temizlik şirketinde iş buluyor. Ağır şartlar altında çalışıyor. Bir yandan Suriye’deki durum sertleşiyor. Çatışmalar artıyor. Göç yoğunlaşıyor.
Hakim, Ürdün’ün yoğun göç almasıyla sokaklarda “Suriyeliler işimizi elimizden alacak”, “Neden bizim mahalle yerine gidip kamplara yerleşmiyorlar” cümlelerinin artmasıyla ayrımcılığın başladığını görüyor. Temizlik şirketi bir süre sonra oyalamaya başlıyor ve sonra da işini sonlandırıyor. Yeni işler arıyor. Kimse iş sözleşmesi yapmıyor, herkes durumundan yararlanmaya çalışıyor.
Ve ardından Türkiye’de yaşayan bir arkadaşı Hakim’i Antalya’ya çağırıyor. O da oraya gidiyor. İnşaatlarda çalışıyor, günlük yevmiyelerle para kazanmaya çalışıyor. Sonra kendisi gibi savaştan kaçmış bir ailenin kızına âşık oluyor ve evleniyor. Kayınpederinin desteği sayesinde bir arkadaşıyla ortak pastane açıyor. Ancak kirayı ödemekte zorlandıklarında işyeri sahibi dükkândan çıkartıyor. İstanbul’a taşınıyor. Bir çocuğu oluyor. Eşi ve çocuğuyla birlikte hayatta kalmaya çalışıyor. Gündelik işler buluyor. Su satıyor, şemsiye satıyor, zabıtalardan kaçıyor ama kaçamadığı bir gün zabıta tüm mallarını alıp götürüyor. Yeniden inşaatta işe başlıyor, ağır işçilik günleri devam ederken bir gün işe gittiğinde bakıyor ki şirket yok. Çalıştığı günlerin parası da yanıyor. Bu esnada Hakim’in kayınpederi Fransa’ya gitmeyi başarıyor. Aile birleşimi talebiyle tüm ailesini yanına alabiliyor; Hakim ve torunu hariç…
Hakim oğluyla beraber İstanbul’da kalıyor. Çocuğu da kendisi de pek çok günü aç geçiriyor. Bir gün Rejim’in bombalamalarıyla babasının öldüğünü öğreniyor. Bu esnada oğluyla beraber Fransa’ya gidebilmek için vize almaya çalışıyor. Olmuyor. İzmir’e gidiyor. Orada Suriyelileri tekneyle Avrupa’ya götüren kişileri buluyor. İnsan ticaretinin ortasına düşüyor. Önce parayı veriyor. Sonra gece yarısı bir kafile ile birlikte sahile gidiyor. Gittiklerinde karanlıkta sahilde kendileri gibi yüzden fazla mültecinin olduğunu görüyor. Küçük oğluna simit ve kolluk takıyor, kendisi de can yeleğini giyiyor. İşin sahibi adamlar ellerinde paketlerle sahile geliyor. Şişme botlar ve şişirme cihazlarını dağıtıyor. Teknede sadece mülteciler için yer var. Pusulasız, hayatında ilk kez denize girmiş insanların kaptanlık yapması gerekiyor. 50 kişi ile aynı anda şişme bir botla karanlıkta Yunan adalarına doğru açılıyor.
Sonuçta Hakim, oğluyla beraber Fransa’ya gitmeyi başarıyor. Bu yolun duraklarından hiçbiri kolay olmuyor. Yunanistan, Makedonya, Sırbistan, Macaristan, Avusturya, İsviçre ve eşinin yanı…
Neredeyse her durakta söylenen cümleler, birbirine benzer. Her yerin yerleşiği, dışarıdan gelene öfkeli… Üç kitabı da çok hızla elimden bırakmadan okuyup bitirdiğimi hatırlıyorum. 2 veya belki en fazla 2,5 gün sürmüş olmalı, emin değilim. Ama bıraktığı duyguyu hâlâ hissediyorum. Kitapla beraber Suriye’de olanlara dair her şeyi daha da canım yanarak hissetmeye başladım.
Aklımızdan geçmeyen…
Hayatlarımız yöneticilerin aldığı kararlar, uygulamalar veya aklımıza gelmeyecek bir doğa olayıyla bir anda tersyüz olabilir. Pamuk ipliğine bağlı yaşıyoruz.
Hikâyenin başlarında Hakim “Bunun benim başıma gelebileceği aklımdan bile geçmezdi. Anlıyorum ki her insan bir gün ‘mülteci’ olabilir. Bunun için ülkenin çökmesi yeterli. Ya sen de onunla çökersin ya o diyardan gidersin” demişti.
Gerçekten de milyonlarca insan ya Suriye’yle birlikte çöktü ya da Suriye’den göçtü. Göçenlerin bir kısmı başka ülkelerde yaşama tutunmayı başardı. Ama kimisi bu kadar şanslı olmadı.
Türkiye’de artık “göçmen cinayetleri” diye bir kategori var. Siyasal sıkışmışlık, toplumsal gerilim, ekonomik darboğaz ve daha pek çok gerekçe ile birileri, nefretini göçmenlerin canına yöneltiyor.
Hakim’in Türkiye macerası İzmir’den bindiği şişme botla sona eriyor ama hâlâ Türkiye’de kalmak isteyen veya kalmak zorunda olan milyonlarca göçmenin hikâyesi bu topraklarda devam ediyor.
Ve pek kolay da olmuyor. Geçtiğimiz hafta Sığınmacılar Platformu aracılığıyla öğrendiğimiz İzmir’deki cinayet, kan donduracak kadar büyük bir vahşetti. 16 Kasım günü 40 yaşında bir Türkiye vatandaşı, yaşları 20-23 arasında olan 3 genci, kaldıkları odaya benzin döküp yakarak öldürmüş.
Bu gözü dönmüşlük tek bir kişinin üzerine yıkılamayacak kadar büyük bir vahşeti gösteriyor.
Şişme botlarla Ege’yi, Akdeniz’i aşmaya çalışan, çoğu boğulan, kurtulanları karşı kıyıda da büyük zorluklar bekleyen hayatlardan bahsediyoruz. Evlerini, şehirlerini terk etmeye mecbur bırakılan ve gitmek zorunda kaldıkları yerlerin sahiplerinin kendilerine cehennemi yaşatacak kadar gözü dönebileceğinden…
Ağustos ayında Altındağ’da Suriyelilerin evleri taşlandı, talan edildi, sokaklarda kabadayılık yapıldı. Ve tüm bu suçlarla ilgili hâlâ etkin bir soruşturma yürütüldüğüne dair bilgi sahibi değiliz. Olayların ardından valilik açıklaması, “Gösteri ve olaylar vatandaşlarımızın soğukkanlılığı sonucu sona ermiştir” oldu. Yapılan kolektif linç girişiminin adına “gösteri” ve bizatihi kendi vatandaşlarımızın suça konu eylemlerine “soğukkanlılık” denmesi, İzmir’deki cinayetin de, bundan sonra gerçekleşebilecek ayrımcılıkların da zeminini oluşturuyor.
Sevmiyor olabilirsiniz. Kimseyi sevmek zorunda değilsiniz. Ama sırf doğduğunuz için ve şu anda nispeten biraz daha şanslı olduğunuz için, evinden kaçmak zorunda kalıp uluslararası hukukun tanıdığı hakla ülkenizde yaşayan insanlara nefret yöneltemezsiniz.
İzmir’deki cinayetlerin de diğer göçmen cinayetlerinin de sorumluluğu büyük bir kitlenin üzerinde.
Yalan yanlış büyük yardımlar aldıklarını iddia edenlerin, herhangi bir haberde gereksiz yere etnik kimlik vurgusu yapan gazetecilerin, toplumsal sorumluluğu zerre kadar umursamayan iktidarın, seçimi kazanmak için ülkedeki en zayıf kesimi kendisine oy malzemesi yapan muhalefetin, her akşam televizyon kanallarında ağızlarından köpük fışkırırcasına nefret kusan analizcilerin, yasaları eğip büken ve sığınmacıları hukuksuz göstermeye çalışan hukukçuların, kayıt dışı hayatlarını sömürenlerin…
Hakim, Suriye’de sizin gibi, benim gibi sıradan ve mutlu bir hayat yaşarken arabasından, iş yerine, ailesinden evine her şeyi bombalandı. Tutunmak için göçtüğü hiçbir yerde ayakta duramadı.
Küçücük oğluyla can güvenliğinin hiç olmadığını adı gibi bildiği bir şişme bota atladı. “Umuda yolculuk” değil, “mecburi istikamet” idi o. Belki de İzmir’de yakılan üç göçmenden biri olmamak için, mecburi istikamet.
Gülay Göktürk vaktiyle Türkiye için “Gidemeyenlerin ülkesi” demişti. Sadece bizim için değil, belli ki göçmenler için de…