Bir çok kişi gibi ben de okuyacağım kitapları yazarlarına göre seçerim. Bir yazarı çok beğendiysem bütün kitaplarını okumadan içim rahat etmez. Genellikle eşten dosttan duyarak tanışmaya karar verdiğim yeni bir yazarın kitabını okurken ise, yeni tanışmanın verdiği bir tedirginlik hissiyle çeviririm sayfaları. Bu şekilde edindiğim yeni yazarlar dışında, fazla maceraya girmemeye çalışırım, malûm, o kadar çok “çok güzel” kitap var ki, onları okuyup bitirmeye ömrümüz yetmez.
Bu seçim yöntemlerini bir yana bırakırsak, çok az sayıda kitabı da sadece adları çarpıcı olduğu için okumaya başlarım: “Niçin Aztekler Avrupa’yı Keşfetmedi?”, “Bangır Bangır Ferdi Çalıyor Evde” bir çeviri, bir de Türkçe örnek bunlara.
Bir başka örnek ise “Freud’a Ne Yaptık da Çocuklarımız Böyle Oldu?”
Oğlum üç dört yaşlarındayken çıktı bu kitap, adını duyar duymaz gidip aldım. Çünkü 2000’li yılların başında İstanbul’da işi gücü olan, az çok mürekkep yalamış anne ve babaların “anne” ve “baba” olma halleri çok “kendilerinden, iç seslerinden menkul” görünüyordu bana. (Kendi “anne olma” halimi bu açıdan sorgulamama gerek yoktu, çünkü ben sadece çocuğunu büyütmeye çalışan, bunun zor olduğunu bilen bir anneydim, annelik rolüm “geleneksel”e daha yakındı, fazla hallenme durumum/isteğim yoktu.)
Kitap Catherine Mathelin adında bir psikolog tarafından yazılmış, 2000 yılında Fransızca olarak basılmış, 2003 yılında da Türkçeye çevrilmiş ve Kitap Yayınevinden çıkmış. Önce hemen adının “çekici” kılınmak için bu şekilde çevrildiğini düşündüm ama Fransızcasıyla karşılaştırılınca neredeyse birebir çevrildiği anlaşılıyordu.
Geçtiğimiz günlerde, okuduğum halde adından başka hemen hemen hiçbir şey hatırlamadığım bu kitaba yeniden bakma ihtiyacı duydum. Çünkü hayatımın hiçbir döneminde “arkadaş başına düşen ergen ya da ergenliğini bitiremeyen genç sayısı-EEBG” bu kadar fazla olmamıştı. Buradaki “düşen” kelimesi, hem istatistiki olarak isabet etmeyi hem de neredeyse fiilen düşmeyi ifade ediyor. Az sayıda istisna var tabii ve ben de bunlardan biri olduğumu sanıyorum ama genel olarak bizim kuşağın, çocuk, yeğen, üvey çocuk kontenjanlarından çeşitli EEBG’lerle daha önce pek karşılaşılmayan, isimlendiremedikleri ciddi sorunları var.
Yeniden gözden geçirince kitabın çok daha kısa olabileceğini, bazı kısımların çok sıkıcı olduğunu fark ettim. Ama bence kitabın bize sunduğu bakış açısı muhteşem: Modern zamanlarda çocuk haklarının ilanı, “yasaklamanın yasaklanması”, çocuklara anne babalara eşitmiş gibi davranılmaya başlanması ve anne babaların kendi ilişkilerindeki kendini “özgürlük” olarak sunan, aslında bununla beraber emek vermeye gönüllü olmamaya dayanan modern anlayışları gibi sebeplerle, “güven vermeyen” anne babaların oluştuğu, güvence ve sınır eksikliği yaşayan çocukların da şaşkına döndüğü anlatılıyor. Psikologlara, psikiyatristlere taşınan anne babaların bu profesyonellerin tavsiyelerini “uygulayarak” çocuklarıyla ilgili her türlü sıkıntıyı atlatabileceklerini sandıklarından ve sorunsuz bir çocuğa sahip olmayı da bir “hak” olarak gördüklerinden bahsediliyor. Asıl önemli olanın “doğru yapmak” değil, anne baba “olmak” olduğuna vurgu yapılarak, Freud’un çalışmalarının gözbağcılık marifetiyle çarpıtıldığına ve “hazır reçeteler”e dönüştürülerek pazarlandığına dikkat çekiliyor.
Doğal anne baba olmak, yapılan yanlışları üstlenmek artık çok “demode” bulunduğundan, acıdan kaçınan, “reklamlar”daki gibi “kusursuz ve mutlu” anne babalar olunmaya çalışılıyor. Freud’un tavsiye isteyen bir anneye verdiği cevap anne babanın bir ideale erişmesinin imkansızlığı notu düşülerek hatırlatılıyor: “Ne isterseniz yapın, nasıl olsa kötü olacak.”
EEBG’lere geri dönersek, bu çocuklar işte böyle her şeyin kontrol altında olduğunu çünkü “doğru” davrandıklarını sanan, aslında ne yapacağını bilemeyen “batılı” ya da “batılı olmaya çalışan” “modern” anne babaların (anne baba olmaksızın) “doğru” yetiştirdiği çocuklar. Hangi sınırlar içinde gezineceklerini bilmiyorlar, en uç noktalara kadar gidebilen sınır arayışları, çatışmadan (aslında kendileriyle yüzleşmekten) hep kaçmış ve giderek bundan korkmakta olan anne babaları tarafından halâ makul görülüyor, ihtiyaç duydukları sınırlara bir türlü ulaşamıyorlar, varılacak bir menzil bulunamıyor. Hatta bir kısmı o kadar bu durumu aşamıyor ki, çok “protest” ve “zeki” olduklarından hayatlarını anne babalarının üstünde bir yük olarak geçiriyorlar, bunun bir uç noktası olarak “ev gençleri” kavramıyla tanışıyoruz son yıllarda.
Psikoloji/psikiyatri tahsil etmemiş, sadece bir anne olmanın da etkisiyle bu konulara kafa yormuş biri olarak bu şekilde atıp tutmamın hoş olmadığını düşünebilirsiniz. Haklı da olursunuz, ama bu neredeyse vasat sayılabilecek kitabın bakış açısını bile muhteşem bulmamın ve bundan bahsetmemin sebebi, soruna birkaç adım uzaklaşıp baktığımızda her şeyin çok açık görülmesidir.
Yine kitapta ergen olmanın zorluğu anlatılırken Françoise Dolto tarafından tanımlanan “İstakoz kompleksi”nden söz ediliyor. “İstakozlar kabuk değiştirirken önce eski kabukları düşer ve yenisi çıkana kadar bir süre savunmasız kalırlar.” Madem iddialı laflar edebiliyorum, o zaman şunu da söyliyeyim: Geleneksel, bildiğimiz, olduğumuz gibi olabildiğimiz hayatlarımızı kabuk gibi üstümüzden atıp, kavuşmaya çalıştığımız “modern” hayatları kendimize uyarlayana kadar çok savunmasız ergenler gibi kalakalıyoruz, EEBG’lerimiz de bu nedenle nur topu gibi kucağımızda kalakalıyor. Tamamen geri dönüş için belki artık çok geç ama bunlar üzerine uzun uzun düşünmek lâzım. En azından bütün suçu Freud’a atmadan, sezgilerimize, içgörülerimize ve yüzleşebileceğimiz sürece suç işleme hakkımıza sahip çıkabiliriz.