Olimpiyatların atletizm başlamadan başlamamış sayılacağını söyledi bir arkadaşım. Çok doğru… Tokyo 2020’de “Filenin Sultanları”nın muhteşem takım oyununu ve tek tek sporcu kimliklerini seviyoruz; futbol, basketbol maçları her zaman olduğu gibi revaçta — ama aslında takım oyunları değildir olimpiyatın gerçek hikâyesi. Biraz eski moda bulabilirsiniz ama olimpiyat demek, tıpkı Antik Yunan’da olduğu gibi bireysel sporlar ve onların içinde de en çok atletizmdir. Daha hızlı, daha yükseğe, daha güçlü…
Atletizmde günümüzün hızına uygun olarak kısa mesafeli koşuları, yüksek atlama, uzun atlamayı vs heyecanla izleriz ama güç ve dayanıklılık açısından uzun mesafeli koşuların “saygınlığı” sanıyorum ki her spor meraklısı tarafından teslim edilir.
Uzun mesafeli koşularda 1950’li yılların bir tane ismi tartışmasız “efsanevi” kabul edilir. Hiçbir yerden bilmeyenlerin bile, en azından bilgi yarışmalarından aşina olduğu bir isim: Emil Zatopek ya da namı diğer Çek Lokomotifi…
Bana göre, hem hiçbir atlete nasip olmayan bir tarzı içgüdüsel olarak geliştirip atletizm dünyasına hediye ettiği için, hem de Çek Cumhuriyetinin önce Alman işgali sonra da Sovyet işgalleri esnasında yine kendine özgü “gülümseyen” tarzı ile yaşadığı zor günleri güzelleştirdiği için efsane olmayı fazlasıyla hak eder Zatopek.
Aradan onca yıl geçmiş olsa bile, ne zaman Olimpiyat vakti gelse, Zatopek’i bir kez daha hatırlamak şart gibidir. Bir vesile bulunur, hatırlanır. Tokyo 2020’deki vesile, triatlonda altın madalya kazanan Norveçli Kristian Blummenfelt’in triatlonun on bin metrelik koşu ayağında son düzlükte kendini parçalarcasına koşması ve koşarkenki mimikleri oldu. Günümüzün Zatopek’i ilan edildi kendisi.
Emil Zatopek hakkında elimde, sevdiği kitapları çokça alıp hazır bulundurmayı ve yeri geldiğinde meraklılarına hediye etmeyi hobi hâline getirmiş arkadaşımın yakın zamanda bana verdiği kısacık çok güzel bir kitap var: Koşmak (Jean Echenoz, Türkçesi Mehmet Emin Özcan, Helikopter Yayınları, 2012).
Fransız yazar Echenoz, çoğu biyografik diğer kısa romanlarında olduğu gibi, sakin, sade ve akıcı bir dille Zatopek’i yaşadığı yılların tarihi arka planıyla birlikte anlatıyor:
“Çekoslovakya Çekoslovakya iken, 19 Eylül 1922’de Koprivnice’de doğmuş, fakir bir ailenin altıncı çocuğu…
… Ailesinin maddi gücü yetmediğinden üç yıldır okula gidemiyor, fabrikada çırak olarak çalışıyor ve bunun şakası yok. Sonra, atölyeden çıktıktan sonra, ilerde çırak olarak kalmak yerine başka bir şey olma fikriyle kimya kurslarına gidiyor. Nihayet eve biraz erken döndüğünde bahçede babasına yardım ediyor; süs bahçesi değil, evin yiyeceğinin yetiştirildiği bostan bu, hele hele bunun hiç şakası yok.”
“… Almanlar Moravia’ya girdikten sonra yerleşiyorlar ve Emil’in doğduğu yerin yakınındaki kömür ve çelik kenti Ostrava’yı işgal ediyorlar; burada çok sayıda sanayi bulunuyor, en önemlilerinden ikisi Tatra ve Bata, yol almayı sağlayan araçlar öneriyor: biri araba, diğeri ayakkabı. Tatra çok pahalı, çok güzel arabalar tasarlıyor, Bata ayakkabı üretiyor, pek fena değil bu ayakkabılar, pahalı da değil. İş arayan biri ya birine ya ötekine gider. Emil, on altı yaşında, Ostrava’nın güneyinde yüz kilometre mesafedeki Zlin’de, Bata fabrikasında buldu kendini.”
“… Buyurun bakalım, her yıl Zlin Yarışı dedikleri bir koşu düzenliyorlar; bu yarışa bütün meslek okulu öğrencileri firmanın amblemi bulunan formaları giyerek katılmak zorunda. Ve Emil, işte bundan nefret ediyor… Zaten spordan hiç hazzetmez… Yarışa girecek, şart. İyi bari, giriyor. Emil’in sporu sevmemesinin başka bir nedeni de bedensel idmanları boşuna zaman kaybı ve özellikle de boşa masraf olarak görüp bunlardan hoşlanmayan babası: Emil bu huyunu ondan almış. Örneğin koşu, gerçekten de daha berbat bir idman yoktur; kesinlikle işe yaramıyor, bununla da kalmıyor, diye belirtiyor Emil’in babası, ayrıca fazladan taban yaması masrafı çıkardığı için aile bütçesinde delik açıyor…”
“… piste çıkardıkları ilk zamanlarda bütün gücüyle koşuyor, biri bin beş yüz diğeri üç bin metrelik yarışı kolayca kazanıyor. Kutluyorlar, yüreklendiriyorlar, ödül olarak yağlı ekmek ve bir elma veriyorlar, yine gel diyorlar, o da geliyor…”
O arada Çekoslovakya Alman işgalinden kurtuluyor, sıra Sovyetlere geliyor: “Güneş doğduğunda, direnen son noktaların hepsinin Sovyetlerin öldürücü ateşi altında yok edilmesi için birkaç saat yetiyor. Zlin’e yeniden sessizlik çöküyor. Savaş bitti…
Savaş bitince yeniden silahlanıyorlar. Eski sınırlarına kavuşan Çekoslovakya birliklerini yeniden kuruyor ve askere çağrılan Emil, Bata tesislerini pek de üzülmeden terk ediyor.”
Artık Emil bir asker olarak yarışmalara katılıyor.
“… Koştuğu her zaman o güne kadarki koşu üsluplarını yerle bir ediyor…
… O dönemde final sprint bilinmiyor, gücü hep eşit kullanmaya, yarışma boyunca aynı tutmaya çalışıyorlar. Güçlerini yarış sonuna kadar idareli kullanmaya çabaladıkları için, bütün gücü son düzlükte kullanabileceklerine, en fazla çabayı yarışın sonunda sarf edebileceklerine inanmıyorlar, daha doğrusu buna cesaret edemiyorlar. Kısa pistlerde ek çalışma yapmanın yararı işte bu: Bitiş atağını Emil keşfetmiş oldu.
… Uçar gibi görünen koşucular vardır, dans eder gibi, geçit yapar gibi koşanlar… Emil ise derinlere dalıyor, kendi kendini oyuyor gibi, transa geçmiş gibi ya da bir kazmacı gibi. Emil akademik klişelerden ve her türlü zarafet kaygısından uzakta, ağır biçimde, çırpıntılı, kasıntılı, sarsıntılı biçimde ilerliyor. Ekşimiş, korkunçlaşmış, buruşmuş, acı verici bir sırıtmayla sürekli burkulan suratından okunan çabanın şiddetini saklamıyor. Hatları korkunç bir acıyla yırtılır gibi bozuluyor, sanki her iki ayakkabısında birer akrep varmış gibi zaman zaman dili sarkıyor. Koştuğunda kendinden geçiyor gibi, korkunç biçimde başka bir yere gidiyor, öyle yoğunlaşıyor ki sanki orada bile değil, ama hiç kimsenin olmadığı kadar orada ve omuzlarının arasına gömülüp, hep aynı tarafa eğilmiş boynuyla, başı sürekli sallanıyor, sağdan sola gidip geliyor ve sallanıyor.”
Bu arada, Zatopek tam manasıyla kitleleri peşinden sürüklemektedir. Ülkesinde o yılların en göz önünde kişisidir.
“Artık büyük şampiyon dedikleri şey haline geldi. Kaçınılmaz bu. Yarışmaya katılacağı ilan edilmek yerine sadece, yarışmanın çok öncesinde, yarışmayı kazanacağı söyleniyor.”
“… Onlarca altın madalya kazanıyor, 1952 Helsinki olimpiyatlarında beş bin metre, on bin metre ve maratonun her birinde altın madalya alıp bir de her birinde rekor kırıyor.”
“… Aynı kişinin on gün içinde üç altın madalya toparlaması daha önce görülmüş bir şey değil, herkes bunu söylüyor.: ayağa kalkmış yüz bin izleyici bir yandan gördüklerine diğer yandan da kendilerinin olan biteni izlerken ne denli gürültü çıkarabildiklerine şaşırıyorlar.”
Bu dönemde “… yürümekte olan komünizmin üstünlüğünü göstermek” en önemli işlerden biri. Yine tahmin edilebileceği gibi, sistemin bunu göstermek için kullanabileceği en önemli araçlardan biri “reel sosyalizmin doğal sonucu” olduğu iddia edilen Emil. Eline kağıtlar tutuşturuluyor, basın toplantılarında nasıl konuşacağını bilsin diye. Yarışlar dolayısıyla görme imkânı bulduğu Batı dünyasını kötülemesi isteniyor, ağzından çıkmamış sözler ülkesinde gazetelerde yayımlanıyor. Anlayacağınız, iktidar Emil Zatopek’i bir propaganda aracı olarak kullanmayı çok doğru buluyor, tabii bu da sürpriz sayılmaz. Dahası, iltica etmesinden korkulduğundan Doğu Avrupa sınırları dışındaki hiçbir karşılaşmaya katılamayacağını bildiriyorlar ona. Gerçekten de bir süre de olsa kısıtlı sayıda yarışmaya katılabiliyor.
Madalyalarla rekorlarla dolu yaklaşık on beş yılın sonunda 1958’de 36 yaşındayken aktif sporu bırakıyor.
Alexander Dubçek’in yeni genel sekreter olmasıyla birlikte az çok hoşgörü ortamı oluştuğunda, Zatopek de açıkça bundan memnun olduğunu gösteriyor. Sovyetlerin bu duruma hoşgörüsü ise kısa sürüyor, Prag’da halk Sovyetlerin yeni duruma müdahalesini protesto etmeye başlıyor. Emil de göstericilere katılıyor, SSCB’nin boykot edilmesi gerektiğini söylüyor. Sonuç malum: “Ülkenin kuzeybatısında Alman sınırı yakınındaki Jachymov uranyum madenlerine işçi olarak gönderiliyor.” 46 yaşındaki efsanevi koşucu artık maden işçisi.
Altı yıl sonra “Prag’taki gölge iktidar Emil’i çöpçülüğe yükseltip başkente almaya karar veriyor. Bu onu aşağılama anlamında çok iyi bir fikir gibi görünüyor ama o kadar da iyi bir fikir olmadığı kısa sürede anlaşılıyor. Öncelikle el arabası ve süpürgesiyle kenti kat ederken halk Emil’i hemen tanıyor, herkes onu onurlandırmak için pencerelere koşuyor… Dünyada hiçbir çöpçü onun kadar alkışlanmamıştır.”
Onunla ne yapacağını bilemeyen, sporu yıllarca önce bırakmış olmasına rağmen peşini bırakmayan iktidar, daha az göz önünde olacağı işlere, kente uzak yerlere gönderiyor onu. Sonrasında, “Karşı devrimci ve burjuva gerici güçleri desteklemekle hata ettiğini” anlatan bir özeleştiri metnini imzalatıyorlar. “Kendi eleştirisini imzalıyor, rahat bırakmaları için başka ne yapabilir ki?”
Hayatının geri kalanını kendisi gibi sporcu olan eşi Dana ile birlikte geçirdiği Prag’da 2000 yılında 78 yaşındayken ölüyor.
Emil Zatopek’in sadece Çekler tarafından değil, dünyadaki birçok insan tarafından yaklaşık 70 yıl sonra bile bunca sevilmesi ve her fırsatta hatırlanmasının hikmeti tabii ki hayat hikayesinin ayrıntılarında kendini gösteriyor. Yokluktan gelmiş, çok çalışmış, baskılara boyun eğmek zorunda kaldığında bile dürüstlüğü bırakmamış mütevazı birisi ile empati kurma ihtiyacımız zaman zaman nüksediyor. Her şeyin gösteriş ile ölçüldüğü, spor ile hamasetin/iktidarın çoğunlukla iç içe olduğu zamanlarda, Emil’i ve başarılarını hatırlamak, sanki adaletin tecelli etmesi ihtimali artıyormuş gibi bir his veriyor belki de bize.