Gülen Cemaati’nin sorunu baştan itibaren şeffaflıktı. Toplum veya hükümet nezdinde değil, bizzat kendi sempatizanları ve destekçileri nezdinde şeffaflık… Çünkü Cemaat’in ‘yatay’ gövdesi himmet ve hizmet üzerinden kendi dünyasında yaşarken, bunun dışında bir de bürokratik ‘dikey’ kanat vardı ve bu iç örgütlenmenin işlev ve hedefi epeyce farklıydı. Mesele ‘yatay’ gövdenin söz konusu ‘dikey’ örgütlenmeden çok az haberdar olması, hatta bu konuda epeyce cahil bırakılmasıydı. Gülen’in kişiliği ve karizması ‘dikey’ kısmın üstünü örten ve gizleyen bir işleve sahipti. Destekçiler arasında ‘dikey’ örgütlenmenin farkında olanlar ise muhtemelen bu yapı içinde tanıdıkları olanlar ve Cemaat’in siyasi hedeflerine sahip çıkanlardı.
Sistemin bir bütün olarak idame ettirilmesi ve güçlenmesi bu ikili yapının paralel biçimde sürdürülmesine muhtaçtı. Çünkü ‘dikey’ örgütlenmenin amacı AKP iktidarını zayıflatmak, Erdoğan’sız bir AKP yaratmak ve Cemaat’in bürokratik hâkimiyet üzerinden iktidara kalıcı bir şekilde ortak olmasını sağlamaktı. Oysa ‘yatay’ gövdenin büyük kısmı AKP seçmeniydi ve siyasi iktidara karşı bir stratejik eylemlilik halini onaylamaları zordu…
Dolayısıyla bizzat kendi içinde dualistik bir yapı kurmak ve yapının parçalarını birbirinden ayrı tutmak kritik önemdeydi. Şeffaflık bu nedenle daima tedirgin olunan bir nitelik oldu. Bugün ise epeyce farklı bir tabloyla karşı karşıyayız. Son tahliye girişimi tam bir ‘kamikaze’ örneği… Eğer kısaca hatırlarsak, Cemaat’in bir yargıcı, üstelik nöbetçi olduğu bir günde, yetkilerini aşarak Cemaatçi tutukluların tahliyesine yönelik avukat dilekçelerini bizzat muhatap almış; Sulh Ceza Hakimliği’nin yetkisizliğine karar vermiş; bu hakimliklerin tümünü ‘by-pass’ ederek tahliye talebini başka bir Cemaatçi yargıcın başında olduğu bir Asliye Mahkemesi’ne sevk etmiş; bu yargıç da tutukluların tahliye edilmesi girişiminde bulunmuştu. Bütün bunlar olurken ilk yargıcın kâtibi odaya kilitlediğini, ikincisinin dosyaları incelemeden karar vermekle kalmayıp bunları UYAP sistemine işlemediğini ve zaten kendi yetkisinde olmayan bir karar aldığını ekleyelim…
Bu açıklanmaya muhtaç bir durum. Söz konusu iki yargıcın meslek hayatları muhtemelen bitti. Bu iki kişi bu ‘eylemi’ sonuçlarını bilerek yaptılar… Eğer başarılı olsalardı da büyük ihtimalle meslek hayatları bitecekti. Demek ki bu kişiler zaten bildiğimiz anlamda ‘yargıç’ falan değiller. Bunlar yargı bürokrasisinin içine yerleştirilmiş ve zamanı geldiğinde pimi çekilebilir olan saatli bombalar. Kendi geleceklerini düşünerek iş yapmıyor görünebilirler ama tam aksine kendi geleceklerini düşünerek davranıyorlar. Çünkü bu kişilerin, yani ‘dikey’ hiyerarşi içindekilerin Cemaat dışında bir gelecekleri bulunmuyor.
Ne var ki bu eylem Cemaat’i korkulan şeffaflığa maruz bıraktı. Artık kendi destekçileri dâhil herkes Cemaat’i ‘tanıyor’. Soru bu riskin niçin alındığıdır. Cevap ise galiba ikili: Hem artık kaybedecek bir şey kalmadı çünkü ‘yatay’ gövdeden çoktan uzaklaşıldı, hem de tutukluların ‘kaçırılması’ hayatiydi çünkü konuşmaları durumunda maliyet tahminlerden çok fazla olabilir…