Ana SayfaYazarlarCharlie Hebdo'nun hatırlattıkları

Charlie Hebdo’nun hatırlattıkları

Fransa’da yaşanan katliam haberleri gündem oluşturmaya devam ederken, şimdiye kadar ihmal edilen iki önemli hususun, daha fazla ertelenemeyeceğini göstermektedir. Charlie Hebdo olayı, öncelikle dışlanan ve ezilen insan profilinin yapabileceklerine dair önemli bir bilançoya dikkatleri çekti. Dolayısıyla kapitalizmin “öteki” toplumlar üzerindeki ezici baskısının şiddeti tetiklediğini ifşa etti. Sonra Avrupalı Müslüman kimlik sorununa sahip çıkmanın gereğini öne çıkardı.Katliamı gerçekleştiren kişilerin öyküleri bize çok şey söylemektedir: Faillerin Fransa vatandaşı ve bu ülkenin yetimhanelerinde yetişmiş iki Fransız genç olduğu açıklandı. Farklı suç odaklarıyla da işbirliği olan bu faillerden önce Fransa, sonra hepimiz sorumluyuz.Şüphesiz tam bir vahşet olan bu olaydan sonra, kapitalizmin yıkıcı vahşiliğine dikkatimizi, Fransız sinemasının ünlü yönetmeni Luc Besson çekti. Bu yönetmen, kapitalizmin açtığı onmaz yaralara ve bu faillere kızmakla bir yere varamayacağımıza işaret etti.Dünya gün geçtikçe küçülürken, küçülen dünyada insanlığımızı daracık mahzenlere hapsetmeye yazgılı hale geldik. Bu küçülen evrende, sınıf farkları hızla büyümektedir. Gücü elinde bulunduranlar, daha çok güçlenme hırsında iken, doğal olarak zayıflar da her geçen gün daha geriye gitmektedir. Sanki kapitalizmin alfabesi böyle yazılmış…Çünkü güçlüler, gücünü zayıflar üzerinden devşirmektedirler: Adeta ikinci sınıf muamelesi gören bu zayıflar, ya ucuz işçi olarak, ya üretimin en ucuz kalıntılarını tüketerek ya da moda sektörünün değirmenine su taşıyarak ayakta kalmaya çalışmışlardır. Bu zorunlu ve doğal sınıf, gizlice aşağılamayı ve sömürü kültürünü beslemiştir. İstenen bir durum olmasa da, ikinci sınıf muamelesi görenler de açık veya gizlice bir kin ve öç alma duygusu mayalanıp durmuştur. Şimdi elbirliğiyle bu cerahatı boşaltmaya gönüllü olmamız gerekmektir.Kapitalizm sorunu dünyanın baş etmekte zorlandığı bir konuyken, Avrupa’nın bir başka gerçeği de dürüst ve soğukkanlılıkla düşünmesi gerekmektedir.1960’larda ciddi göç dalgaları almaya başlayan ve sanayileşmenin motor gücü olan Avrupa esasında yeni bir toplumsal ve kültürel oluşumun da başını çekiyordu. Her ne kadar Batı, Doğu’dan kesin hatlarıyla farklı, dahası aralarında uyuşmazlık olduğunu ısrarla ilan etse de, kendi genç nüfusundaki hızlı azalışla ve eski göçmenlerin geriye dönüşünün imkânsız oluşuyla birlikte, “artık çok geç” olsa da, özellikle Müslüman kimlikler Avrupa’da yeni bir oluşumun kaçınılmaz parçasıydı.Esasında Avrupa’da yaşayan Doğu kökenli insanlar neredeyse sürgünde bir yaşantıya mecbur kalmışlardı. Zira Rafael Alberti’nin ifade ettiği gibi, “dönüşün olanaksız olduğu duygusuna ulaştığınız zaman gerçekten sürgünde olduğunuzu duyarsınız”. Bunu, onlar çok derinden yaşıyorlar. Avrupalı Türkler ölçeğinde düşünürsek, sözünü ettiğimiz topluluk, ne Türkiyeli ne de Avrupalı; neredeyse iki ülkeleri olmasına rağmen, “yersiz-yurtsuz” olarak tanımlanmak istenmektedir. Bu arada kalmışlık şüphesiz bir tür kimlik sorunu ve dahası kimlik krizinin habercisidir. Bunun örselenmeden aslına sağlıklı bir şekilde kavuşturulması gerekmektedir.Nitekim Merkel konuşmalarında şunları söyledi: Şu an Avrupa bir dönüm noktasındadır; Avrupa kendi Müslümanlarına daha fazla sahip çıkmaya zorunlu görünmektedir. Bu yeniden bir arada yaşamanın temellerini inşa etme, farklılıkları kabul etmeye istekli olmanın ötesinde bir mecburiyetin de itirafıdır. Türkiye’nin çok sayıda göçmeni var; Müslüman, Türk ve Avrupalı. Bu farklı kategorinin bir gerçek olarak kabul edilmesi ve ona uygun adımların dahası stratejilerin geliştirilmesi elzem gibi görünmektedir. Sadece Avrupa’nın değil Türkiye’nin ve diğer Müslüman ülkelerin de, bu konuya tamamen kayıtsız kalması mümkün değildir.Almanya’da halkın büyük çoğunluğunun İslam düşmanı olmadığını söyleyen Merkel, Almanya’nın eski Cumhurbaşkanı Christian Wulff’un “İslam Almanya’ya aittir” sözünden alıntı yapmasının bazıları tarafından anlaşılmadığını belirtti.Merkel, Almanya’ya ait olmanın sadece Alman pasaportu taşımakla, Almanya’da bir aile geçmişine sahip olmakla ya da dini bir inanışla sınırlı olmadığını, kapsamının çok daha geniş olduğunu dile getirdi.Öte yandan dini lider olarak Papa’nın da “özgür konuşmanın bir sınırının olacağını, kimsenin inancıyla alay edilemeyeceğini” vurgulaması, Merkel’in açıklamalarını destekler mahiyetteydi. Bütün bunlar göstermektedir ki, Avrupa toplumunda ötelenen toplulukları, dışlamakla bir yere varılamayacaktı. Kendi dokularının bir parçası olan bu toplumsal örüntülere sahip çıkmaktan başka alternatif görünmüyordu.Nasıl ki kimliksiz kişilik örüntüleri, toplumsal yapıda kontrol edilemeyen eşgallerdir ve çoğu zaman tehlike odaklarıdır; aynı şekilde sahipsiz bırakılan ve ötelenen topluluklar da itilmişliğin ve dışlanmışlığın verdiği baskıyla gizli bir intihar bombacısı gibidir. Zaten onlara fazla bir şey vermediğimiz için, onların da kaybedecek fazla bir şeyleri yoktur. Hal böyle olunca arada-kalmışlık ve ötelenmişlik psikolojisini derinlemesine düşünmemiz gerekmektedir.Kısacası gelinen noktada, meseleyi terör, İslamofobi ve ırkçılığa mahkûm etme lüksümüz yok. Yarın çok geç olmadan, insanlıktan çaldıklarımızın iade-i itibarının zamanı çoktan geçmek üzere.

- Advertisment -