Ana SayfaYazarlarCHP bildirisi ve iki cephe

CHP bildirisi ve iki cephe

 

 

 

CHP Parti Meclisi geçen Pazar günü bir bildiri yayınladı ve ortalık karıştı.                 

 

Cumhurbaşkanlığı, AK Parti hükümeti, milletvekilleri ve MHP’den anında ağır eleştiriler, hattâ suç duyuruları geldi.

 

Bildirinin ve ona karşı dile getirilen eleştirilerin içeriği bir yana, son dönemde üst üste yaşananlara bakınca, Türkiye’nin yüksek gerilim ve kamplaşma günlerine, aylarına ve belki de yıllarına yeniden girmiş olduğunu görüyoruz.

 

Zıt istikametler

 

Politik diller ve arayışlar, artık çok bariz bir şekilde, birbirinden 180 derece farklı istikametleri gösteriyor.

 

15 Temmuz darbesi sonrasının kucaklayıcı ve kuşatıcı üslubundan, hassasiyetinden ve dayanışma havasından eser kalmadı.

 

O bildiri bu çapta bir tartışmayı ve gerilimi hak ediyor muydu, yoksa meselenin arkasında FETÖ’cü darbe girişiminin bir süreliğine perdelediği çok derin bir siyasal ayrışma mı vardı?

 

Bunun cevabı ne olursa olsun, toplum olarak en genel hatlarıyla iki bloklu ve daha gerilimli, daha sert bir siyasal hayata doludizgin ilerliyoruz.

 

Bu yenilerde belirginleşen iki blok kimlerden oluşuyor derseniz, kimsenin bilmediği yeni bir şey söyleyecek değilim.

 

Cepheli günlere mi dönüyoruz?

 

Bir yanda Cumhurbaşkanı Erdoğan ile AKP hükümetinin yönlendirdiği dindar/muhafazakar siyasal gelenek; sonra, ona eklemlenmeyi ideolojik ve siyasal bakımdan rasyonalize etmeye çalışan, Türk milliyetçiliğinin toplumsal fonksiyon yoksunu partisi MHP var.

 

İktidar partisi ve cumhurbaşkanının varlığı nedeniyle, ülkedeki siyasal süreci haliyle bu blok domine ediyor.

 

Diğer yanda ise, müesses nizamın partisi olduğu günlere arzusu hilâfına çoktan veda etmiş olmakla beraber,  siyasal söylem ve refleksleriyle yeni durumuna kendini uyarlama konusunda halen bocalayan ana muhalefet partisi CHP var; bir de muhalif Kürtlerin desteklediği, iktidarın şimdi ezip bitirmek istediği ama bir zamanlar barış ve çözüm ortağı olan HDP var.

 

Ciddi bir dağınıklık sergileyen bu blok, iktidar merkezli her hamle karşısında (aslında çaresizlik anlamına gelen) daha sert cümleler kurmak ve sonuç vermeyen tepkiler sergilemekten öte bir şey yapamaz görünüyor.

 

Hiç şüphesiz güvenlik güçlerinin iktidar tarafından çoğu kez hoyrat, sınırsız ve haksız kullanımı da bunu besliyor.

 

Nasıl oldu da bu noktaya geldik?

 

Elbette bu durum birden bire oluşmadı.                                                                                                            

 

AK Parti’nin 2002’de hükümet olmasına karşın gerçek anlamıyla iktidara nüfuz edişi kısa sürede gerçekleşmedi.  Türkiye’de iktidarın görünen ve görünmeyen diğer (vesayetçi) ortaklarıyla itiş kakışı epey sürdü.  Uyarılar, karşılıklı hamleler, dâvâlar birbirini izledi. AB reformlarının yarattığı rahatlama da geçiciydi. 

 

Gezi Olayları, Cemaat’le ortaklığın bozulması ve sert hesaplaşma, tıkanıp çöken Barış ve Çözüm Süreci, kıran kırana seçimler, dört bir yanımızda patlayan bombalar, cereyan eden katliamlar, hendekli özyönetimler ve ağır çatışmalarla viraneye dönen kentler, IŞİD terörünün dağıttığı Irak ve Suriye’deki iç savaş… Türkiye’yi bu günlere getirdi.

 

ABD ve AB’nin bölge politikaları, PKK/PYD değerlendirmeleri, FETÖ ve 15 Temmuz darbe girişimi karşısındaki duruşları, AK Parti- Cumhurbaşkanı Erdoğan-MHP blokunun şekillenmesinde özellikle rol oynayan faktörlerdendi.

 

15 Temmuz ruhu da kurtaramadı

 

15 Temmuz darbe girişimine, aralarında dozaj farkları bulunsa da hemen hemen bütün siyasal partilerin birlikte karşı koyması, uzun zamandır yaşanan kutuplaşma ve gerilim havasının yerini bir süreliğine dayanışma ve birlikte davranış iklimine bırakmasını sağlamış ve gelecek için bir umut olmuştu.

 

Uzun sürmedi.

 

Cumhuriyet gazetesine, yazar ve yöneticilerine, HDP belediye eş başkanları ve milletvekillerine yönelik operasyonlar, çok geniş bir kesimi etkileyen FETO tasfiyeleriyle birleşince gerilim tavan yaptı.

 

Bu yetmezmiş gibi, AK Parti hükümeti başkanlık sistemini mutlaka ve MHP ile birlikte getirme kararlılığını sergileyen adımları atınca, önümüzdeki ayların ve yılların saflaşması kendini ayan beyan gösterdi.

 

İşte CHP’nin üzerinde kıyametler kopan bildirisi bu eşikte siyasal gündeme düştü. 

 

Bildiri niye rahatsız etti?

 

Cumhurbaşkanı Erdoğan ve bazı AK Parti milletvekilleri “hakaret” gerekçesiyle suç duyurusunda bulunmuş olsalar bile, iktidar blokundan yükselen hiddetin çok da hakaret mevzularıyla ilgili olmadığını, bildiriye göz atınca rahatlıkla görebiliriz.

 

Çünkü CHP Parti Meclisi’nin bu bildirisinin temel özelliği, anayasa ve yasaları çiğnediğini düşündükleri iktidara karşı durumdan rahatsızlık duyan bütün yurttaşların mücadele etmek üzere bir araya gelmelerini istemesi. OHAL uygulamalarıyla sivil bir darbe yapıldığını ileri sürüp, meşruiyetinin tartışmalı hale geldiğini düşündükleri AK Parti iktidarına karşı, yurttaşlara bir anayasal hak olarak “direnme hakkı”nı kullanmaları çağrısı yapılıyor.

 

Sonraki günlerde Kılıçdaroğlu’nun ve diğer bazı CHP temsilcilerinin bu çağrının içeriğine yönelik açıklamalarda bulunduklarını da gördük görmesine, ama bunlar iktidar blokunu tatmin etmişe benzemiyor.

 

“Direnme hakkı” deyince, Türkiye’de özellikle sağ kesimin aklına, Menderesleri idama götüren 27 Mayıs 1960 darbesi ve öncesindeki gençlik gösterilerinin, 1961 Anayasasına “meşruiyetini yitirmiş iktidara karşı halkın meşru direnme hakkı” şeklinde geçmesi ve bu suretle rasyonelleştirilmesi geliyor.

 

Spesifik olarak AK Parti ve Cumhurbaşkanı Erdoğan ise, özellikle iktidarlarının ilk yıllarındaki askeri müdahale heveslerini, nitekim tasarlandığı ama yarıda kaldığı ortaya çıkan girişimleri, Cumhuriyet ve Bayrak mitinglerini, “ordu göreve” çağrılarını, Taksim Gezi Parkı’ndaki ağaçların kesilmesini ve kışla yapılmasını önlemek amacıyla yola çıkan bir çevre ve kent duyarlılığının Türkiye çapında büyüyüp  kimilerince “iktidarı devirme” hedefiyle günlerce süren bir sivil “isyan”a dönüştürülmesini hatırlıyor olmalı.

                                                                                                                                                                                                                                            Mısır’da Mursi’nin başına gelenleri ve yarattığı travma henüz atlatılamamış olan 15 Temmuz darbesini de bunlara ilâve ederseniz, bir bildirinin ve bilhassa tek bir ifadenin neden bu kadar ağır tartışma, atışma ve suçlamalara yol açtığı daha iyi görülebilir.

 

Direnme hakkı kimin icadı?

 

Peki, direnme hakkı nereden çıktı?

 

Memleketimizin insanlık âleminin hizmetine sunduğu bir fikir midir?

 

Bu “direnme hakkı” kavramı, ilk defa 17.yüzyılın önemli İngiliz düşünürlerinden John Locke’un Two Treatises of Government (1689; Hükümet Üzerine İki Deneme) başlıklı kitabında, “doğal hukuk” anlayışı çerçevesinde kullanılmış. Locke, bu alandaki öncü fikirleriyle, kendisine kısmen ilham veren 1640-48 İngiliz devriminden sonra mutlakiyet rejimlerini sarsmaya devam edecek olan diğer devrimlerin düşünsel zeminini oluşturanlardan biri olarak tarihte yerini almış. Amerikan ve Fransız devrimlerinde vücut bulan bireysel özgürlüklere giden yolun fikri temelini, onun ve benzeri düşünce adamlarının görüşleri hazırlamış.

 

Tabii araya Rousseau da girmiş. Sonuçta, 1776 Amerikan Bağımsızlık Bildirgesi’nde, 1789 Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesi’nde, 1793 Fransız Anayasası’nda, Osmanlı İmparatorluğu’da 1808’de kabul edilen Sened-i İttifak’ta, 10 Aralık 1948 Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nde ve 1959 Alman Anayasası’nda bu hak benzer ifadelerle tanınmış.

 

CHP’nin TBMM çatısı altında sürdürülen ortak yeni anayasa çalışmaları sırasında önerdiği maddeler arasında bu hak da bulunuyordu.

 

Bu hakkın barışçı kullanımına ilişkin bir savunma olarak, ABD’de Henry Thoreau’nun Resistance to Civil Government (Civil Disobedience) (1849; Sivil Hükümete Mukavemet (Sivil İtaatsizlik) denemesine ve uygulamada, Hindistan’da sömürgeci İngiliz yönetimine karşı Mahatma Gandhi’nin başlattığı pasif direniş hareketine bakılabilir.

 

Aslında son yıllarda bu türden toplumsal direniş ve itiraz eylemleri dünyanın muhtelif ülkelerinde çok yapıldı ve halen de yapılıyor. Barışçı olduğu ve şiddete itibar etmediği müddetçe, bu eylemler destek buluyor ve/ya en azından anlayışla karşılanıyor.

 

Görüldüğü gibi, bu “direnme hakkı” kavramını bir münafık tarafından memleketimizin fikir hayatına sokulmuş bir nifak tohumu olarak değerlendiremeyiz. 

 

Yani işin ardında epey fikri, siyasi ve tarihi vaka var, birikim var, evrensel hukukta yer etmiş hayli belge var.

 

O zaman sorun ne?

 

Sorunlarımız kördüğüm oldu

 

Kabaca şöyle sıralayabilirim.

 

Kürt sorununu barışçı ve demokratik yollardan çözemedik. Dün federasyonu bile tartışırken, bugün yeniden köklerini kazıma diskuruna döndük. 

 

Siyasal rejimimizin her bir yanı dökülüyordu. 12 Eylül darbe anayasasıyla dizayn edilen bu anti-demokratik rejim, kurum ve uygulamalarından uzlaşarak, anlaşarak, demokratik ve katılımcı bir müzakere yolu bularak kurtulmak vardı. Bir türlü kurtulamadık.

 

Toplumun kabaca yarısının itiraz ve rahatsızlığına rağmen başkanlık sistemine saplanıp kaldık. Bahtımıza ne çıkarsa diye, vurduk yollara gidiyoruz.

 

Hepimize hizmet edecek devlet kurumlarını “bizdendir, sizdendir” diyerek kurda kuşa yem ettik. Şimdi de onları temizliyoruz diyerek, binlerce ama binlerce insanı anlaşılmaz sebeplerle göz göre göre mağdur etmekte ısrar ediyoruz.

 

Öte yandan, bozuk sicilleri öncekilerden aşağı kalmayanlara kapıların ardına kadar açıldığı iddialarıyla ortalık çalkalanıyor. Bütün bunlara itiraz edildiğinde de ya kulaklarımızı tıkayıp bildiğimizi yapmaya devam ediyoruz, ya da konuyu Allaha havale edip işin içinden sıyrılmaya çalışıyoruz.

 

Demokratik değerler ve kurumları ayakbağı mı?

 

Donanımlı insan yetiştirmeyi zaten doğru dürüst beceremiyoruz. Yetişmiş olanları, akademisyenlerimizi, yazar ve çizerlerimizi, doğru dürüst araştırmadan soruşturmadan, “onu dedin, bunu yazdın, şuraya imza attın, burada boy gösterdin” diye ha babam de babam sokağa atıyoruz. Düşünce ve bilim hayatımızı çoraklaştıracak, kurumları çökertecek kararları gözü kapalı alıyoruz. Hukuk ve adaleti işimizi zorlaştıran birer ayakbağı gibi görür olduk.

Üniversitelerimizin parklar ve bahçeler müdürlüğünden farkı kalmadı;  kimi gözümüze kestirirsek onun rektör olarak atamayı makul ve mantıklı bulmaya başladık.

 

Millet olarak kağıtla kitapla tanışalı çok olmadı. İletişim ve bilişim çağını ise ucundan yakalayıvermiştik.  Ama nedense yıldızımız medyanın ne yazılısı, ne görseli, ne de işitseliyle barıştı. Onu kendi haline bırakmak bizi endişelendiriyor; milleti zehirleyecekleri zehabına kapılıyoruz. İlla herşey gönlümüze ve fikrimize göre olsun, çatlak ses çıkmasın istiyoruz. Birisi “iktidarların keyfine uygun bir basın, düşünce ve ifade özgürlüğü sistemini kurmayı kim başarabilmiş ki” diyecek olsa, hakkında kullandığımız sıfatlardan sayfalarda yer kalmıyor.

 

Sivil toplum lâfını yere göğe koymuyoruz ama bir kalemde yüzlerce derneği kapatarak bu alanda bir dünya rekorunun altına imza atmakta tereddüt etmiyoruz.

 

Memlekete yazık etmeyelim!

 

Neticeten, bu sorunların makul ve demokratik çözümlerine böyle cepheleşmeler yoluyla ulaşılabileceğini düşünmemiz, üç adım ötesini görememenin işareti gibi.

 

“Direnme hakkı” çağrılarının, “kökünü kurutma” gürlemelerinin uçuştuğu bugünlerde sağduyuyu ara ki bulasın.

 

Yakın tarihimiz böyle cepheleşmeler arasından ideal çözüm çıkarma operasyonlarının istisnasız herkesi ve her kesimi duvara toslattığını gösteriyor.

 

Bu gerçeklik ortadayken, bu topraklarda birarada yaşamaya mecbur olanların birikmiş sorunlarımızı mutlaka demokratik, katılımcı müzakere ve uzlaşma yoluyla çözmekte ısrar etmeleri gerekmez mi?

 

Bunun anahtarı da köklü bir demokratikleşme reformudur.

 

Bu doğrultuda adım atmaya biraz cesaret edilse, o zaman ne cepheleşmede, ne direnme hakkında, ne parlamenter sistemde ve ne de başkanlık sisteminde siyasal bir sihir bulunmadığı daha iyi görülecek.

  

 

- Advertisment -
Önceki İçerik
Sonraki İçerik