Çocuklar hakkında fazlasıyla kaygılandığımız bir çağdan geçiyoruz. Çocukların erişkin dünyasına çok erken sokuldukları ve ticari çıkarlara dayalı medya endüstrisinden çok fazla etkilendikleri dile getiriliyor. Çocuğu asli fıtratını, yetişkinlerde olduğu gibi bir tüketici kimliğine indirgeyen bu değişimin, çocuklukta yoğun bir kriz duygusuna yol açtığı ve bu krizin bir değişimden çok bir çözünme veya yok olmayı ima ettiği dile getiriliyor. Günümüz ‘paranoyak anne babalığının’ şikayet kültürü üzerine temellenen söz dinlemez ve tehlikeli çocuk imgesi, çocukların yaşadığı yapısal ve maddi gerçekleri gizleyen, çocukları talihsizlikleri yüzünden suçlayan bir işlev görüyor. Çocuklukla ilgili korkular çoğaldıkça bu bir “ahlaki panik” halini alıyor. Çocuklarımıza modern bazı gelişmeler sonucunda (uygun olmayan medya içeriğine ulaşım) nasıl zarar verdiğimize dair şeamet tellallığı giderek çoğalıyor.
Yetişkinler ve çocuklar arasındaki sınırların silindiği, ergenliğin kaybedildiği, erişkinler ve çocuklar arasındaki güç dengesinin ikincisi lehine bozulduğu, çocuklar için ayrı mekân ve yaşantıların kaybolduğu yönünde eleştiriler ifade ediliyor. Çocukların yetişkinliğe giderek artan hızlarda sokulmasından medya sorumlu tutuluyor. Sözgelimi, Neil Postman’ın ünlü kitabı Çocukluğun Kayboluşu’nda medyanın denetimsiz varlığının, anne baba kontrolünü aşındırdığı ve bu durumun, giderek pek çok evde merkezi bir hüviyet kazandığı dile getirilir. Modern toplumdaki değişimin sonuçlarından bir tanesi de, çocukların içinde yetiştirildiği ahlaki çatının zayıflaması. Acaba çocukluğun masumiyetine dair bir tarihsel altın çağ var mıydı gerçekten?
Çocuk hakları hareketinin çocukları ayrı bir sosyal grup olarak tanımlaması ve bireysel haklarının sağlanmasının, onları erişkinlerle eşdeğer ve onlardan bağımsız bir statüye çıkardığı da düşünülemez mi? Ayın öteki yüzüne baktığımızda, eğitim standartlarının yükselmesiyle çocukların daha yeterli ve özerk bir hüviyete kavuştukları ve kendilerini ilgilendiren konularda düşüncelerini dillendirebilir hale geldikleri de söylenebilir.
Çocukluğun tarihine bakmak, Philippe Aries’in Çocukluğun Asırları adlı ayrıntılı çalışmasına göz gezdirmeden mümkün değil. Aries’in tezinin kalbinde çocukluğun Ortaçağda keşfedildiği düşüncesi yatar. Yazar, görsel sanatlarda Ortaçağdan önce çocuk imgesinin yer almamasını, çocukların özgül niteliklerine karşı belirgin bir kayıtsızlık olarak görmektedir. Aries aynı zamanda, çocuklar ve erişkinler arasında katıldıkları eğlenceler arasında pek de bir fark olmadığını ifade eder, zira o çağlarda modern toplumlarda başat olan iş ahlakı cari değildi. Ortaçağda iş ve eğlence arasında keskin ayrımlar yoktu, oyun ve eğlenceler hayatın bütününe yayılabiliyordu. Bütün bu gözlemler yazarı Ortaçağ toplumunda çocukluk fikrine pek yer olmadığı düşüncesine götürür. Tabii bütün bunlar çocukların hor görüldüğü, terk yahut ihmal edildiği anlamına gelmez. Aries’e göre toplum bir bütün olarak çocuksu mahiyettedir ve yaşam kesitleri arasında keskin geçişler yoktur. ‘Çocukluğun onu yetişkinlerden, hatta gençlerden ayıran özgün doğasının hiç bilinmediğini’ iddia eden yazar, yedi yaşından itibaren çocukların oyunlarda ve eğlencelerde yetişkinlere katıldığını, mesleğin içinde yoğrularak, iş erbabı ile yaşayarak, çalışarak bir iş sahibi olduklarını söyler. Yani Ortaçağ toplumlarında bebeklik ile yetişkinlik arasında bir geçiş dönemi yoktur.
Çocuk ve erişkin arasındaki sosyal kategorilerin bu silikleşmesi, Ortaçağ’dan sonra gelişim safhalarının koyu çizgilerle belirlenmesiyle son bulur. Ortaçağ sanatında çocuklara mahsus bir odak görülmemiş olmasını, Aries, çocukların ebeveynleri için duygusal açıdan önemli kabul edilmemesine bağlar. Çocuk ölüm hızının yüksek olması nedeniyle ebeveynler, uzun dönem hayatta kalma şanslarını bilemedikleri çocuklarına yakın bağlanmalar geliştirememekte, muhtemel bir kayıp olarak aldıkları çocuğa bağlanmaktan kendilerini alıkoymaktadır. Aries bu durumu 17.yy dan sonra çocuğa gösterilen yoğun duygusal bağlanma ile karşılaştırır. Çocuklar daha fazla değer gördükçe aileler küçük üyelerini şımartmaya başlamıştır. Yine bu dönemden başlayarak çocuğun zayıflığı ve bilgisizliği, bununla birlikte onun masumiyeti de vurgulanmaya başlanmıştır. Ailenin dışında da çocuk, mutlaka terbiye ve kılavuzluk edilmesi gereken, Tanrının kırılgan mahluku olarak görülmeye başlanmıştır.
Çocukluğun sosyal hayatın ayrı bir safhası olarak tanınması, çocukların ihtimam ve korunmaya ihtiyaç duydukları düşüncesini de beraberinde getirmiş, farkı aynı zamanda onları yetersiz ve eksik vatandaşlar olarak tanımlamıştır. Aries çalışmasında, Batı toplumlarında 17.yüzyılı çocukluğun keşfedildiği bir dönem olarak tanımlar. Aynı zamanda erkek çocukların çocukluğunun kız çocukların çocukluğundan daha erken fark edildiğini ve zengin sınıflarda bu farkın daha da belirginleşerek çocuk kıyafetlerin ayrışmaya başladığını yazar.
Yazarın andığımız çalışması pek çok itiraz ve eleştiriyi de beraberinde getirmiştir. Bu eleştirilerin önde gelenlerinden bir tanesi, yazarın tarihi aşırı bir biçimde bugün merkezli okuduğu yönündedir. Başka bir deyişle, geçmiş olayları ve sosyal süreçleri bütünüyle Batılı bir perspektiften yorumlamakta ve yargılamaktadır. Çocukluğun ve çocuklara nasıl davranıldığının, bugünün ideal standartlarından yola çıkarak yorumlanması eleştiri konusu yapılmıştır.
Öyle ya, neden geçmiş toplumlar çocuklarını Batı toplumları gibi görmek zorunda olsun ki? Üstelik çocuklar geçmişte farklı olarak algılanıyorduysa bu onların çocuk olarak algılanmadıkları anlamına gelmez. Görsel sanatlarda çocukluk imgelerini araştırmanın, çocukluğun on yedinci yüzyıldan önce önemsenmediği gibi büyük yargılara kapı aralayamayacağı dile getirilir. Yedi yaş üstü çocukların yetişkinler gibi giydirilmeleri, onların çocuk olarak algılanmadığını kanıtlamaz. Batı toplumunun geçmiş çağlarından başka kaynakları (günlükler, öz yaşam öyküleri, gazete kaynakları) dikkate alarak yapılan çalışmalar, farklı sonuçlar da verebilmiştir. Pollock’a göre anne babanın sevgisi, bebek ölüm hızının yüksek olmasından dolayı azalmamakta, fakat kendisini, çocuklarının en zor şartlarda dahi hayatta kalması için gösterilen çabada cisimleştirmektedir. Küçük çocukların ölmesi için her ihtimalin ortada olduğu kültürlerde yaşayan anne babalar, çocuklarını ihmal etmez fakat onların hayatta kalma şanslarını en üst düzeye çıkaracak bir gayretin içinde olurlar. Yani sevgiyi göstermenin biçimi farklıdır sadece. Bu nedenle, Aries’in eldeki kanıtlardan çok hızlı ve kuvvetli tahminlere sıçradığı dile getirilmiştir. Üstelik, Ortaçağda çocuklara zalimce davranıldığına dair herhangi bir emare veya kayıt yoktur.
Haddizatında yakın tarihli bazı çalışmalar Batı toplumlarında Ortaçağda da çocukların yetişkinlerden farklı görüldüğünü göstermektedir. Çocuklar ayrı ihtiyaç ve gelişimsel safhaları olan, farklı bir grup olarak davranılmayı hak eden, oyuna teşvik edilen, ihtimam ve koruma gerektiren varlıklar olarak resmedilmektedir. Bu konuda ayrıntılı bir çalışma, Colin Heywood’un dilimize de çevrilen Batı’da Çocukluğun Tarihi adlı kitabıdır.
Bütün bu eleştirilere rağmen, Aries’in çalışması bize şunu söyler: Çocukların hayatları ve onlara nasıl davranıldığı zaman içinde değişim gösterir. Çocukluğun sosyal açıdan inşa edildiği düşüncesini bize anlatır. Çocukluk zamansal ve sosyal bağlama göre sürekli yeniden tanımlanmaktadır. Çocukluğun algılanma biçimleri kimi yazarlara göre ani değişim ve kopuşlarla gitmekte, kimi başka yazarlara göre ise değişen şeyler olmakla birlikte değişmeyen bir öz daima kalmaktadır. İkinci grup yazarlar, anne babanın çocuğu yetiştirmekteki heves ve gayretinin değişmediğini söyler. Ayrıca çocuğun oyunla ve oyuna duyduğu ihtiyaçla tanımlanması da değişmeden kalan özü oluşturan unsurlardan birisidir.
Çocukluk üzerine yakın zamanlarda büyük kehanetlerde bulunan yazarlardan biri de yazının başında sözünü ettiğim Neil Postman. Ona göre günümüzün giderek artan hızda ve yoğun dinamiklerinin etkisi ve aile yaşamın modernleşmesi ile birlikte çocukluk kaybolmaktadır. Onun analizine göre, kitle iletişimindeki biçim ve öz değişimi, çocukluğun farklı bir biçimde tanımlanmasına yol açar. Matbaanın icadı, zamanında sosyal hayata çok derin ve dramatik bir biçim kazandırmıştır. Bir erişkinin yeterli görülebilmesi için okur yazarlık zorunlu addedilmiş, bu da formel eğitim sisteminin kurulmasına zemin hazırlamıştır. Çocuklar böylece minyatür erişkinler olarak değil, bütünüyle farklı ve henüz olmamış erişkinler olarak tanımlanmıştır. Eğitimin amacı çocukları erişkin olmaya hazırlamaktı. Televizyonun yaygınlaşmasıyla birlikte herkese aynı bilgi aynı anda verilebilir hale gelmiş, böyle bir ortamda sır tutmak imkânsızlaşmıştır. Postman’a göre sırlar olmaksızın çocukluk diye bir şey söz konusu olamazdı. Bugün internet teknolojilerinin hayatın her yarığından içeri girdiği ve bütün dünyayı birörnekleştirdiği bir zamanda yaşıyoruz. Sır tutmak bir yana sırların ortaya dökülmesinden özel bir haz devşirildiği bir dönemeçteyiz. Denebilir ki televizyonla ilgili kötümser kehanet, yeni medya teknolojileriyle, zehir yüklü bir bulut halinde üzerimize en karanlık senaryoları yağdırıyor. Yine de çocukluk orada ortada duruyor ve anne babalar, önceki nesillerden çok daha fazla kaygılı olarak çocuklarının üzerine titriyor.
‘Çoğu insan artık orta sınıfın uzun çocukluk kavramını kabul etmiştir’ diye yazar Heywood, ‘Başka bir deyişle, biz çocukların dünyasının yetişkinlerin dünyasından farklı olduğunu, gençlerin okullara, oyun bahçelerine, odalarına vb yerlere kapanıp kalmasını hiç düşünmeden kabul ederiz.’ Bugün çocukluk döneminin psikolojik ihtiyaçları olan, bağımlı, eğitim ve terbiye gerektiren, masum bireylere işaret ettiğine inanıyoruz. Dolayısıyla hakşinas bir ihtimam ve terbiyenin, çocuğa doğru rehberlik sağlayacak bir anne babalığın, çocuktaki cevheri işleyecek bir eğitimin nasıl olması gerektiğine dair pek çok soru soruyoruz. Çocuk zihninin boş bir levha olduğu ve onun işlenmesinin aileye, topluma ve devlete ait bir yükümlülük olduğu düşüncesi Locke’dan bu yana modern projenin ana umdelerinden birisi olagelmiştir. Nasyonal sosyalizmden komünizme dek totaliter ideolojiler, çocukluğu militarize etmiş ve çocukları devletin ideolojik bekâsının taşıyıcıları haline getirmişlerdir. Gürkan Öztan’ın Türkiye’de Çocukluğun Politik İnşası adlı çalışması, cumhuriyetin kuruluş yıllarında çocukluğun aileden devlete uzanan bir kutsal bağ olarak nasıl sadakat ekseninde kurgulandığını anlatır : ‘Ebeveyn, çocuğunun yalnızca kendisine ait olmadığının, onun aynı zamanda Türk devletine ve milletine ait olduğunu idrak ile mükelleftir. Hal böyle olunca, çocuk terbiyesi meselesi aynı zamanda bir milli pedagoji geliştirme gayretinin ürünü haline gelmiştir’. Sözün özü, çocukluk hem zamanın ruhuna hem de politik ihtiyaçlara göre yeniden kurgulanmış ve inşa edilmiştir.
Bütün bu tartışmalarda eksik olan bir şey varsa o da Batı dışı toplumların çocuk tasavvurlarının pek az çalışılmış olmasıdır. Çocukluğun İslam coğrafyalarında geçirdiği dönüşümler, içerdiği anlamlar geniş ufuklar vaat etmektedir. Avrosentrik olmayan bir çocukluk tarihi okuması, çocukluğun sosyal inşası tartışmalarına zengin bir boyut ekleyebilir.