Bizim kuşak ve bizden önceki birkaç kuşak hakkında başka birçok insanla ortak olduğunu bildiğim bir gözlemim var: Biyolojik ailelerimize ek olarak, çoğumuz için onlardan daha da fazla, arkadaş ailelerimizin içinde büyüdük.
Bugünden bakınca, belki İstanbul’un bazı yerlerini dışarıda tutarak, yaşadığımız yerlerin tamamına küçük şehirler ya da kısaca taşra denebilirdi. Buraların hep dutluk olması gibi, bizim oralar ve Türkiye’nin hemen her yeri taşraydı o zamanlar.
Taşrada yaşamak demek de, çok geniş bir sosyoekonomik yelpazedeki ailelerin çocuklarının birlikte sokaklarda yaşaması demekti. Akşam olunca çoğunlukla anneler, bazen de kızgın babalar pencerelere çıkıp bağırarak nasıl oluyorsa her daim “kapsama alanı”nda olmayı başarabilen çocukları yemeğe çağırırlardı. O zaman bile, ayak sürüyerek, bazen de “beş dakka daha” izinleri icat edip sündürerek, istemeye istemeye eve çıkardık. Sokakta arkadaşlarla olmak bu denli cazipti.
Sonra o kalabalık sokak/mahalle arkadaş gruplarına okul arkadaşları eklendi. Ortaokula kadar mahalle okullarında okuduğumuzdan, ilk etapta çok farklı değildi okul arkadaşları ile mahalle arkadaşları. Ama ortaokulla birlikte, bazen aynı semtte bile olsa semtin daha uzak bir köşesindeki, bazen de “servis” gerektirecek kadar uzak okullara gidilmeye başlanınca, mahalle arkadaşlarının pabucu dama atıldı, en azından tatil gelene kadar, bir süreliğine.
“Dost” kelimesi Farsçadan geliyor, Farsçaya başka bir dilden geçmiş olan ama anlamının “sevmek” köküyle bağlantılı olduğu düşünülen bir kelime. Dolayısıyla Latincede yine sevmek anlamındaki “amar” fiilinden çıkan “amicitia” ile aynı anlama işaret ediyor.
Ben her zaman “arkadaş” kelimesini tercih ettim. Daha samimi, daha çocuk işi, daha neşeli bir kelime. Belki “dost” kelimesinin, o teatral söyleyişlere, içeriği pek boş olduğu halde dolu dolu söylenmeye pek müsait olan “dost insan”lara denk gelen bir yanı olduğu içindir.
Ya da daha büyük ihtimalle, bütün bu arkadaşlıklarımı kurduğum yıllarda döne döne okuduğumuz, hâlâ çok sevdiğim o ilginç şair Arkadaş Özger’in etkisi var bu tercihte. Tek basılı kitabı “Sevdadır”ın girişinde arkadaşı Sina Akyol anlatır: “Adı Zekai idi. Ama kendi kulağına “Arkadaş”diye üflemişti adını.”
Ben hazırlıkla birlikte ortaokul ve lise yıllarımı 7 yıl aynı okulda geçirdim. Tam o en belirsiz yaşlarda, 11-18 arası, yollarda geçirilen zamanla birlikte neredeyse tam gün bir beraberlik. İşte, burada edindiğim “lise” arkadaşlarım, hâlâ hayatımın önemli bir kısmını çevreliyor, hatta beni sarıp sarmalıyor. Geçtiğimiz günlerde bir kısmıyla bir araya gelince, yeniden merak ettim: Çocukluk arkadaşlarımızı niçin çok severiz?
En önemli sebeplerden birinin “aynı kelimelerle konuşmak” olduğunu sanıyorum. Nevrotik dünyamızda, insanların dedikleri ile söylemek istediklerinin birbirini tutmadığı, kelimelerin anlatmak için değil de örtük anlamlara işaret etmek için kullanıldığı zamanlarda, aynı dili konuşmak az insana bahşedilmiş bir imkân gibi görünüyor. İşte çocukluk arkadaşlarımızla birlikte olunca, sanki yaban ellerde, ne zamandır konuşamadığımız anadilimizi hiç olmazsa bir süreliğine konuşacakmışız gibi mutlu olmamızın sebebini anlamak hiç de zor olmuyor.
İkinci önemli sebep: Detaylar. Hiç kimse, sizin hakkınızdaki önemsiz, sizin bile hatırlamadığınız detayları çocukluk arkadaşlarınız kadar iyi bilemez. O detaylar ise, aslında sizin tam da olduğunuz insan olmanızın ip uçlarıdır. Eski arkadaşlarınızla birlikteyken, hayat boyunca uğraşıp durduğunuz şeylerin, manevî ve maddî mevkilerin hiçbirinin bir zamanlar giydiğiniz o komik eşofman kadar manası yoktur. Ya da yıllar önce gemi şeklindeki o küçük kafede yenen sosis patateslerin verdiği keyfi birlikte hatırlamak her şeyin üstündedir, hakikaten hayatınız boyunca hiç öylesini yememişsinizdir. Hayat da zaten böyle bir şeydir. Kendiliğinden, hiçbir plan yapmadan akıp giden şeylerin verdiği hafiflik duygusu, içinizde derin bir huzur hissetmenizi sağlayabilir, üstelik bu duygular yıllar sonra bile sizi siz yapmakta gayet azimlidir. Nasıl bir insan olmak gerektiğini sözlerle değil, olarak göstermek mümkündür.
Hepsinden önemlisi ise, bu ortak dilin ve detayların sahibi olmaktan kaynaklanan şefkat duygusudur. Oradaki ortak duyguyu bilmek, çocukluk arkadaşlarımıza karşı neredeyse sınırsız bir şefkat duymamıza sebep olur. Menfaat ve ihtiyaçlar ile ilgili şüpheler ortadan kalkınca, ortada saf bir sevgi kalakalır. İstediğiniz kadarını, ihtiyaç duymasanız bile alır, bir kenara koyarsınız. Belki, bir kısmını ertesi günlerde kullanmak için saklayabilirsiniz. “Ben ki, o eşofmanla, ortalıkta göğsümü gere gere dolaşıp da, çok değer verdiğim bu insanların gözünde çok özel olabilmiş bir insanım. Hiçbir şey beni eksiltemez!!!” Buyrun burdan yakın!
Antikçağdan, o her şeyin yeni olduğu, önem sıralaması henüz hiç kimse tarafından yapılmamış olan çok çeşitli konu hakkında uzun uzun kafa yorulabildiği harika çağdan günümüze gelen, İÖ 44 yılında Cicero tarafından yazılmış ve ömürlük arkadaşı Titus Pomponius Atticus’a adanmış “De Amicitia” kitabı var yanı başımda. Çiğdem Dürüşken’in çok özenli ve ince çevirisiyle Türkçe’de “Dostluk Üzerine” adıyla basılmış. Dostluğun hayatımızdaki önemini, evire çevire benzer cümleleri tekrarlayarak anlatıyor Cicero. Belli ki, o da benim gibi, uzatmak istemiş konuyu.
Kitaptan bana kalan en önemli kavramlar, şefkat, karşılıklı iyi niyet ve beraber olmanın verdiği katıksız ve menfaatsiz mutluluk. Dostluğun “erdemli” insanlar arasında mümkün olan bir şey olduğunun tekrarlanıp durması bir de.
“Dürüstlüğün bizdeki etkisi, hiç görmediğimiz insanlarda, hatta daha da önemlisi, bir düşmanımızda bile hissettiğimizde, onları sevmemizi sağlayacak kadar güçlüyse, o zaman samimi olabileceğimizi hissettiğimiz insanların erdemini ve iyiliğini fark ettiğimizde, yüreğimizin kıpır kıpır etmesine neden şaşıralım?”
O halde, artık bu “tam da anlatılması gereken” konuyu daha fazla uzatmadan, biraz ahkâm kesmek gerekiyor: Varsa eğer, çocukluk arkadaşlarımızı çok sevme hakkımızı bol bol kullanalım bence. Ya da tersten gidelim; sonraki yıllarda tanışmış olsanız bile, birisi size çocukluk arkadaşınız gibi geliyorsa, bu hissin verdiği konforu ihmal etmeyin. Kader ağlarını örerken o ilmeği kaçırmış olsa bile, o düzensiz örneğin ruhunuza çok iyi gelmesi ihtimalinin farkına varın. Kalanını 21 yüzyıl önceden gelen sesiyle Cicero söylesin:
“Aslında dostluk, yeryüzündeki ve gökyüzündeki her şeyin karşılıklı iyi niyet ve şefkat hisleriyle uzlaşmasından başka bir şey değildir; bilgelik hariç, ölümsüz tanrılar tarafından insanoğluna bundan daha iyi bir armağan bahşedilmiş midir, bilmem.”