Türkiye İnsan Hakları Vakfı’nın (TİHV) 2020 yılına dair raporu, 2020 yılının ilk 11 ayında “Kürtlere yönelik ırkçı ve nefret içerikli 9 ayrı saldırının olduğunu” belirtiyor. Bu saldırılarda 2 kişi hayatını kaybetmiş, 7 kişi ise yaralanmış. İnsan Hakları Derneği’nin (İHD) geçen yıl Eylül ayında açıkladığı veriler de, son 10 yıl içinde başta Kürtlere ve Suriyelilere olmak üzere 280 ırkçı saldırının gerçekleştiğine işaret ediyor.
“Türkiye’de ırkçılık yok! Bizde asla ırkçılık olmaz!”
Irkçı niteliği bariz her saldırıdan sonra bu ve benzeri ifadelere aşinayız. Kesin bir inançla, bu topraklarda ırkçılığa rastlanmayacağı söylenir, en küçük bir şüphe cümlesi kurulmasına müsaade edilmez. Ancak ortada varlığını defaten ispatlayan bir sorun duruyor ve o sorun “yok” demekle yok olmuyor.
Maalesef Türkiye’de ırkçılık var ve bunun en büyük kurbanı da Kürtler. Ve her sorunda olduğu gibi bunun inkâr edilmesi, sorunu daha da ağırlaştırmaktan başka bir netice üretmiyor.
Kürt kimliğine saldırı
Geçmişten bugüne birçok misal vermek mümkün, ancak bilhassa son günlerde Kürtlere yönelik ırkçı saldırganlık vites yükseltmiş durumda. Sadece son bir hafta içinde Afyon’da, Konya’da ve Ankara’da Kürtler ırkçı saldırılara maruz kaldı. Her bir saldırıda görünen sebep farklı; olayların altında yatanın Afyon’da berber sırası, Konya’da araziye hayvan girmesi ve Ankara’da hayvan kesimi olduğu belirtiliyor.
Ancak ellerinde kesici ve delici aletler, sopalar ve ateşli silahlarla bir güruhun, bir aileyi ya da kişiyi hedeflemesinin, “berberde önüme geçti” veya “hayvanı tarlama girdi” gibi nedenlerden kaynaklanmadığı açık. Keza saldırganların nasıl davrandıkları, saldırı esnasında nasıl bir dil kullandıkları da belli. Hülasa gerçek neden, ne tıraş sırasıdır, ne arazi ihlalidir, ne de hayvan kesimi. Ayan beyan meydanda ki, saldırganları harekete geçiren esas motif Kürt kimliğidir.
Irkçılar, Kürt kimliğini ve dilini “terör” ile eşdeğer görüyor; Kürtlerin kimliklerine sahip çıkmalarına ve dillerini kullanmalarına tahammül edemiyor, Kürtlere karşı sürekli bir nefret biriktiriyor. Ve bir neden doğduğunda ya da yaratıldığında, bu nefreti kusmaktan imtina etmiyorlar.
Cehenneme döşenen taşlar
Irkçı saldırganların bu denli pervasızlaşması ise, beş faktörle doğrudan bağlantılı.
Bir, iktidarın başta Kürt dili olmak üzere Kürtlüğe dönük bu neviden saldırılara taş döşeyen kutuplaştırıcı söylemi.
Rüzgâr başka yönden estirilirken, çözüm sürecinde olduğu gibi, böylesi hadiselerin sıfırlandığı hatırlardadır.
İki, iktidarıyla muhalefetiyle siyasetin, bir bütün olarak bu tür saldırılara ve saldırganlara karşı kesin ve sağlam bir duruş koymaması.
Son saldırıların ardından herhangi bir iktidar yetkilisinin –misal, Cumhurbaşkanının, İçişleri Bakanının veya İletişim Başkanının- ya da muhalefet liderinin, herhangi bir şüpheye yer bırakmayacak şekilde saldırganları kınayan, mağdurlarla dayanışma içinde olduğunu gösteren bir beyanına tesadüf ettiniz mi?
Üç, bürokrasinin bir bütün halinde, bu saldırıları örtbas etmeye, münferit ve sıradan bir vaka gibi gösteremeye çabalaması.
Konya Valiliğinin apar topar yaptığı ve olayın ırkçı bir saldırı değil adli bir vaka olduğu yönündeki açıklaması, bu meyanda çok tipik! Mağdurların ısrarla kimlikleri yüzünden saldırıya uğradıklarını söylemelerine rağmen bunu dikkate almayan, ezberinden milim şaşmayan, saldırganların beyanlarını hadiseyi vuzuha kavuşturmak için yeterli sayan bir devlet tavrı!
Mağdurun karşısında failin yanında
Dört, cezasızlık siyaseti!
Saldırganlar, başlarına kötü bir hal gelmeyeceğinden emin. Bir şekilde yakalansalar bile, en kısa zamanda salıverileceklerini ya da ehemmiyetsiz bir ceza ile yakayı sıyıracaklarını biliyorlar. Hukuken ciddi bir ceza almıyorlar, sosyal hayatta da kınanmıyorlar, ayıplanmıyorlar.
Hattâ bazı kesimlerin gözünde kahraman mertebesine çıkartılıyorlar. Onlar da devletin elini sırtlarında gördüklerinden, kendilerini devletin yerine koyuyorlar; herhangi bir nedenle –ister mevsimlik işçi olsun, ister tatil için bulunsun, ister uzun süredir orada ikamet ediyor olsun- Kürtlere saldırmaktan çekinmiyorlar.
Ve beş, saldırıları olduğundan farklı bir şekle sokarak bir nevi normalleştiren, mağdurlara değil faillere kulak veren, kurbanları göz ardı edip failleri kollayan bir medyanın varlığı.
İktidar medyasının, hukuken ve siyaseten iktidarın sorumluluğunu gerektiren bir hak ihlali gerçekleştiğinde, bir yandan bu ihlalleri meşrulaştıran, diğer yandan da bu ihlalleri gündeme taşıyanları yaylım ateşine tutan bir yayın politikası var.
Irkçılığın gölgesi
Kürtlere yönelik saldırılarla ilgili olarak “bu saldırıların etkin ve ivedi bir şekilde ve bütün yönleriyle soruşturulmasını” talep eden 15 baroyu, manşetinden hedef haline getiren Yeni Şafak, bu hak karşıtı yayıncılık çizgisinin önde gelen temsilcisi olmakta kararlı. Bir vakitler her kesimden insanın hakkını savunanların kalem oynattığı bu gazete, şimdilerde ırkçılığı gölgeleme ve bireylerin hak ve özgürlüklerinin arkasında duran kurumlara cephe alma vazifesini üstlenmiş durumda.
Hak savunuculuğundan hak karşıtlığına, özgürlük taraftarlığından iktidar tapınmasına savrulan gazetenin geldiği nokta, kelimenin tam manasıyla ibretlik!
Allahtan bizde ırkçılık yok, bir de olsaydı halimiz nice olurdu!