Berat Özipek’in Pazar günkü yazısında altını çizdiği gibi, “2015’in 21 Mart’ının serin ve yağmurlu Nevruz günü, Diyarbekir meydanında, barışa giden yolda çok önemli bir merhaleye gelindiğini gösteren bir mesaj yankılandı. Öcalan, Türkiye devletine karşı yaklaşık 40 yıldır yürütülen silahlı mücadeleyi sonlandırma gündemli bir kongre çağrısı yaptı.” Bu çağrı kalıcı barışa giden yolda önemli köşe taşlarından biri elbette ama sonuncusu değil. Özipek’in yazısında belirttiği gibi, Öcalan mesajında ayrıca “Dolmabahçe Sarayı’nda resmen ilan edilen 10 maddelik deklarasyon temelinde yeni bir süreci başlatmaktan” da söz etti.Bask sorununu ve İspanya’nın ETA ile mücadelesini 20 yıldır izleyen, dolayısıyla bizim sürecimizin eksikliklerini bilen biri olarak üzerinde mutabık kalındığı anlaşılan bu bildirgeyi, çözümün temel ilkelerinin anayasal güvence altına alınmasına yönelik önemli bir uzlaşma metni olarak değerlendiriyorum. Önemli çünkü mevcut anayasamız gerçekleştirilen reform niteliğindeki sayısız değişikliğe karşın evrensel ilkelere dayalı demokratik bir anayasaya dönüştürülebilmiş değil. Böyle bir dönüştürme fiilen mümkün olmadığı için de yeni anayasa değişikliklerinden değil, tümüyle yeni bir anayasa ihtiyacından söz ediyoruz.TESEV’in Bask Üniversitesi ile birlikte geçen ay Bilbao’da düzenlediği panelde yaptığım konuşmayla ilgili “Siyasi özerkliğin anayasal boyutu” başlıklı yazımda belirttiğim gibi, demokratik hukuk devletinde ulusal azınlıkları (hukuki değil sosyolojik anlamda azınlık) korumanın üç boyutu bulunuyor.“ İlk boyut, ulusal azınlıkların bireysel haklarının tanınmasını öngörüyor; burada söz konusu olan etnik, dinsel, lengüistik, kültürel ya da cinsel azınlığa mensup kişilerin bireysel hakları. Demokratik hukuk devletinde herkes yasa önünde ayrım yapılmaksızın eşit olduğuna göre, bir azınlığa mensup bireyin farklılıklarından doğan haklarını kullanması engellenemez.”İkinci boyut, bir azınlığa mensup kişilere özellikli (spécifique) hakların, örneğin ana dille ilgili olanların tanınmasını öngörüyor. Özel veya kamu okullarında ana dilin öğretilmesi ya da ana dilde eğitim verilmesi, azınlık dilinin kamusal alanda örneğin adalet ve siyaset alanlarında kullanılması hep bu kapsamda yer alıyor. Üçüncü boyut ise ulusal azınlıkların kurumsal düzenlemelerle korunmasını öngörüyor.” Bu boyutta asgariden azamiye kadar uzanan bir yelpaze içinde benimsenecek yerelden yönetim düzenlemeleri bulunuyor. Yerelin asgari düzeyde güçlendirilmesinden başlayıp özerklikten geçerek federal sisteme kadar uzanan bir yelpazeden söz ediyoruz.Ne var ki bu boyuttaki düzenlemeler konusunda bir kafa karışıklığı olduğu görülüyor. Hem yerelden yönetimin asgari düzeyde olmasını isteyenlerde, hem daha ileri bir kurumsallaşmayı savunanlarda görülen bu kafa karışıklığı ilk iki boyutun bireysel, üçüncü boyutun ise kolektif bir hak olarak değerlendirilmesinden kaynaklanıyor.Oysa atıfta bulunduğum yazımda altını çizdiğim gibi, yerelden yönetim “azınlığa mensup bireylerin, oluşturulan yerel siyasi topluluk içinde demokratik karar alma sürecine daha etkin biçimde katılmasını sağlamayı” amaçlıyor. Başka bir deyişle, siyasi iktidar merkezinin azınlık mensuplarının yaşadıkları coğrafi alanlar dikkate alınarak yerele dağıtılması, ulusal düzeyde azınlık olan kişilerin yerel düzeyde çoğunluğa dönüşmesini ve anayasada öngörülen yerel kurumlar aracılığıyla iktidarın bir parçasını doğrudan kullanmasını” öngörüyor sadece. İlk iki boyutla ilgili olarak AK Parti iktidarında birçok önemli adım atıldı; ana dilde görsel yayın, özel okullarda eğitim, ana dilin adalet alanında kullanılması gibi yasal düzenlemeler yapıldı. Ama bu düzenlemelerin anayasal güvenceye kavuşturulması ve eksik kalan bireysel hak ve özgürlüklerle tamamlanması için yeni bir anayasa yapılması şart.Kürt sorunu bugüne kadar yazılarımda her vesileyle altını çizdiğim gibi özünde bir demokrasi sorunu. Eğer demokratik bir anayasamız olsaydı, sadece Kürtlerin değil farklılıkları olan tüm vatandaşlarımızın bu farklılıklarını özgürce kullanmalarını ve serbestçe siyaset yapmalarını engelleyen maddeler içermeseydi belki böyle bir sorunun varlığından söz etmeyebilirdik.Ne var ki demokratik bir anayasaya sahip olmak etnik ya da kültürel sorunların çözümü için yeterli olmayabiliyor. Mesela özerk milliyet ve bölgelere dayalı bir anayasası olan İspanya’da bile bugün bir Bask ya da Katalan sorunu bulunmadığını söylemek mümkün değil. Çünkü bu sorunlar toplumun farklılıkları olan azınlıktaki kesimlerinin daha çok demokrasi taleplerinden kaynaklanıyor. Siyasetçilerin demokratik hukuk devletinde toplumun taleplerini görmezden gelmeleri mümkün değil elbette.Daha az demokrasinin hüküm sürdüğü 90’lı yılların eski Türkiye’sinde, siyasi bürokrasinin dayatmasıyla, hızla demokratikleşen dünyadan olumsuz anlamda ayrışan karanlık bir dönem yaşadık. Bugün hâlâ o dönemin politikalarını savunan “Türkiye’de bir Kürt sorunu yoktur, bölücülük sorunu vardır” düsturuyla Çözüm Süreci’ni “ihanet” ve “bölünme” süreci olarak niteleyen politikacılar var ne yazık ki.Çözüm Süreci’nin baş mimarı Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın geçen hafta “Kürt sorunu yoktur” demesi, daha sonraki ayrıntılı açıklamalarının ışığında, aynı bağlamda değerlendirilmemeli doğal olarak. Ama eski Türkiye’yi savunan politikacıları çağrıştıran bu sözün, Dolmabahçe Bildirgesi ve İzleme Kurulu’na karşı beyanlarıyla birlikte okunarak çeşitli senaryolar içinde aleyhine kullanıldığı dikkate alındığında, altı doldurulmadan tek cümle halinde söylenmesi, Çözüm Süreci’nin tamamlanarak sonuçlanmasını umutla bekleyen insanlarda en azından başta hayal kırıklığı yarattı.Kabul etmek gerekir ki AK Parti’ye sadece Çözüm Süreci ve demokratik hakları tanıyan -ama başkanlık sistemini şart görmeyen- bir yeni anayasa için oy veren kendi sosyolojik tabanı dışında kalan önemli bir kesim var. Genar’ın iki hafta kadar önce yayımladığı Çözüm Süreci anketi, süreci destekleyen AK Parti seçmeninden daha kalabalık bir kesimin varlığını açıkça ortaya koyuyor.Başbakan Davutoğlu’nun önceki gün açıkladığı gibi, Çözüm Süreci’nin “yüz yıllık tarihimizin en önemli adımlarından, geleceğimizi teminat altına alacak olan en önemli dayanaklardan biri” olduğuna kuşku yok. Sadece PKK’nin en azından Türkiye’ye karşı silahlı mücadelesine kesin olarak son verecek olmasından değil, aynı zamanda Türkiye’ye Dolmabahçe Bildirgesi temelinde demokratik bir yeni anayasa kazandıracağı için.Silahların susması, hatta Başbakan Davutoğlu’nun deyişiyle insanlar yerine silahların toprağa gömülmesi öncelik taşıyor kuşkusuz. Bu konuda IRA ve bir ölçüde ETA örnek gösterilebilir belki ama aynı şekilde Türkiye de demokrasi standardı bakımından İngiltere ya da İspanya ile karşılaştırılabilir pekâlâ.Demek istediğim şu ki Çözüm Süreci sadece silahların susturulmasından ibaret değil. Yeni anayasa ya da anayasal güvence boyutu herhalde yeni Meclis’e kalacak ama seçimlere kadar İzleme Kurulu’nun oluşturulması ve yeni anayasada hak ve özgürlüklerle ilgili neler öngörüldüğünün açıklanması gibi sürüncemede bırakılmamasında yarar olan belki sembolik ama bence önemli şeyler var.“PKK silah bırakmak bir yana bölgede silahlanıyor” argümanı öne sürülerek bunların askıya alınmamasını umanlardanım. Dünyadaki örnekler silahların ortaya çıkarıldığı dönemlerde örgütle bir şekilde ilişkisi olan siyasi partilerin seçimlerde zaten oy kaybettiğini gösteriyor.AK Parti’nin diğer partilerden farkı, en azından seçmenlerin bir bölümü bakımından Çözüm Süreci’ni yürütüyor olmasından kaynaklanıyor. Bu konudaki kararlılığının ödün verilmeden vurgulanması bu seçmeni kaybetmemek açısından büyük önem taşıyor.
- Advertisment -
Önceki İçerik
Sonraki İçerik