[28 Kasım 2021] Türkiye ve Kürtler. İsrail ve Filistinliler. Güney Afrika ve yerli siyah halk. Fransa’nın Cezayir inadını hatırlarken, hepsi tekrar bir film şeridi gibi geçti gözümün önünden. De Klerk öldü 11 Kasım’da. Apartheid rejiminin son devlet başkanıydı. Bütün geçmişi ve yetişme tarzına karşın, bir noktada bu iş böyle gitmez demiş, Nelson Mandela’yı hapisten çıkartmış ve ülkesinin demokratikleşmesine ortak etmişti. De Gaulle de benzer bir rol oynadı Fransa’da. 1958’de Beşinci Cumhuriyet’in başına geçtikten sonra, o da Cezayir konusunda bu iş böyle gitmez dedi. FLN’le, Front de Libération Nationale ile, Millî Kurtuluş Cephesi’yle tarihî bir açılım başlattı. Yarım bırakmadı. Sonuna kadar götürdü. Yukarıdaki fotoğraf, Evian görüşmelerindeki FLN heyeti. Soldan sağa: Tayyib Bulahruf, Saâd Dahlab, Mohammed Seddik Binyahya, (selam veren, heyet başkanı) Kerim Belkasem, Binmustafa Binhuda, Reza Malek, Lahdar Bintobal, M’Hamid Yazid ve Sagir Mustafai. (Hepsi kimbilir nelerden geçmişti? Fakat dikkat edin, gene de hepsi üniformasız; henüz militarize olmamış ve hemen bütün sivil liderlerini ortadan kaldırmamıştı, post-kolonyal Cezayir rejimi.) Fransa Cumhuriyeti ile Cezayir Cumhuriyeti Geçici Hükümeti arasındaki Evian Anlaşmaları 18 Mart 1962’de imzalandı. Silâhlar sustu. Cezayir bağımsızlığına kavuştu.
De Gaulle örneği. De Klerk örneği. Silâhların susmasını Türkiye de görecek mi? Kürt sorunu benim kuşağımın hayat süresinde barışçı, demokratik bir soruna kavuşacak mı?
İçimi çekiyor ve böyle varoluşsal sorunları bir yana bırakıp tarihe, tarihçi kimliğime dönüyorum. Dünyada bir sol yükseliş yaşandı, 1950’lerden itibaren. Anti-emperyalizm kaynaklıydı. Bir, gerçek ulusal kurtuluş mücadeleleri vardı. Kurtuluş (liberation), yani sömürgelikten. Bir de taklitçileri, özentileri vardı. Kendi ülkeleri hiç de sömürge olmadığı halde, binbir teorik zorlamayla sömürgeymiş gibi gösterip, bu yolla bizde de olabilir ve olmalı sonucuna varmaya çalışan. Türkiye çok tipik bir örnektir bu açıdan. Arkaplanda, Komintern Marksizminin gecikmiş uzantılarının “yarı-sömürge, yarı-feodal” formülü vardı. Bu zeminden, Doğan Avcıoğlu’nun neo-27 Mayısçı darbeciliği, Mahir Çayan’ın “gizli işgal” ve Hikmet Kıvılcımlı’nın “İkinci Kuvayı Milliyeciliğimiz” söylemleri uçverdi.
Avrupa ülkelerine anti-faşizm üzerinden yayıldı. Bu da bir başka abartmaydı. Güya demokrasi gibi görünse de aslında faşizmdi, (hesaplaşmadıkları) eski Faşizm ve Nazizmin devamıydı, meselâ Alman ve İtalyan siyasî rejimleri. Bu zırvalık da birinde Kızıl Ordu Fraksiyonu’nun (RAF ya da Baader-Meinhof grubunun), diğerinde Kızıl Tugayların çıkış noktasını teşkil etti. “Şehir gerillası” teorisiyle de birleşti. Bombalamaları, banka soygunlarını, adam kaçırmaları, rehin almaları, cinayetleri beraberinde getirdi.
Hepsi haksız ve yanlıştı. Bedeli her türlü tasavvuru aşan ağırlıkta oldu. Büsbütün orantısız bir karşı-şiddet çıkageldi. Anti-emperyalist solun silâhlı, maceracı, şiddeti yücelten kesim ve eğilimlerinden de yararlanarak, feci bir İşkence Çağı yaşandı 1950’lerden 80’lere. Bu sanırım benim kendi deyimim. En azından şu âna kadar rastlamadım, ister tek tek ülkelerde, ister evrensel ölçülerde bu şekilde kullanılmasına. Vaktim olsa, bir Age of Torture kitabı yazmak isterdim, belki Hobsbawm’ın Aşırılıklar Çağı’nın, Age of Extremes: The Short Twentieth Century’sinin eki ve devamı gibi düşünülebilecek. Yapamam tabii. Ama. Ama. Bazı koşullarla, tarih veya siyaset biliminde iyi ve orijinal bir doktora tezine konu olabilir. Gerekli kapsayıcılık ve soğukkanlılıkla yapılacaksa, ampirik araştırmacılığa odaklanacaksa, ister hamasetten ister mağduriyetten uzak durulacaksa, öneririm yeni kuşaklara.
Bunu da geçelim. Cezayir’in bağımsızlık mücadelesine Fransa’nın reaksiyonu, en kritik noktasıdır bu İşkence Çağının. Öncesi, korkunç olmasına gene korkunçtur ama bir bakıma prehistoryadır. Bir örneği için, Régis Wargnier’nin L’Indochine (Hindiçini) filmine bakabilirsiniz, 1992 tarihli. Orada Poulo-Condor adasının adı geçer, Vietnam açıklarındaki. Fransız sömürgecileri, “kaplan kafesleri”yle ünlü Con Dao hapishanesini 1861’de burada kurmuştu. 1970’lerde Amerikalılar devraldı bu “kaplan kafesleri”ni. Ama burası bile bir zulümhaneydi, işkencehaneden çok. Sömürge içinde bir ceza sömürgesiydi (Kafka). Profesyonel bir ekip işi olarak sorgu amaçlı modern işkence örgütlenmesi 1950’lerin ikinci yarısında Cezayir’de doğdu. Elektrik işkencesi ilk orada kullanıldı (gegene deniyor ve manyetolu telefon kullanılarak yapılıyordu). Henri Alleg Türkçeye Sorgu diye çevrilen La Question’unda yazdı bütün bunları. Pontecorvo da 1957’nin büyük şehir ayaklanmasını konu alan Cezayir Savaşı filminde sergiledi. Anlatamadıkları şuydu: ABD’ye, bütün NATO camiasına ve bir de Latin Amerika diktatörlüklerine hep Cezayir tecrübesiyle Fransa’dan yayıldı.
İşin başında paraşütçüler, daha spesifik olarak Tuğgeneral Massu’nun komutasındaki Paraşütçü Müdahale Grubu, sonrasında 10. Paraşüt Tümeni vardı. Buradan genişçe bir parantez açıyorum, Massu’nun işkencecilerine, Trinquier ve Aussaresses’lere dönmeden önce. İlginç bir karakterdi, Jacques Emile Massu (1908-2002). Kahraman bir asker miydi? Evet, kahraman bir askerdi. Şanlı bir geçmişi var mıydı? Evet, şanlı bir geçmişi vardı. Aynen, Pontecorvo’nun filminde Albay Mathieu’nün dediği gibi (mealen): Siz bizi faşistlikle suçluyorsunuz ama biz Nazizme karşı savaştık, aramızda toplama kamplarından çıkmışlarımız var. — Bu, önemli bir nokta, bütün milliyetçiliklerdeki kahramanlık ethos’u ve devamlılığını anlamak için. Hepsinde ortak bir nokta var: ülkeye, devlete, millete hizmet (tabii kendi yorumlarınca). Aynen Mehmet Eymür’ün dediği gibi. Aynen filmdeki Mathieu’nün dediği gibi (gene mealen): Bizler profesyonel askerlerimiz. Görev adamıyız. Emirleri uygularız. Tek bir sorun var; Fransa Cezayir’de kalsın mı, kalmasın mı? Gerisi lâf ü güzaf; kalsın diyorsanız, bütün sonuçlarına (ve bizim bütün yöntemlerimize) katlanmak zorundasınız. — Günümüzün Mehmet Ağarları, Korkut Ekenleri, Yeşilleri, Abdullah Çatlıları, Alâettin Çakıcıları hangi gelenekten, hangi zihniyetten geliyor sanıyorsunuz? Ermeni soykırımını düşünün, 1915-1916. O subayların, o askerlerin, o Bahattin Şakir’lerin ve sair Teşkilât-ı Mahsusa görevlilerinin de mutlaka şanlı geçmişleri vardı. Nâzım “domuzuna yiğitti” diyor, “Ermeniler kesilirken göbeğine kadar kana batan” zalim Çolak İsmail tipi için. Trablusgarp 1911. Balkan Harbi 1912-1913. Seferberlik 1914-18. Ve 1919-22’de Millî Mücadele’de, gerek bireysel gerek grup kimlikleriyle, daha nice kahramanlıklar yaşayacaklardı.
Yani Jacques Massu’ler, Roger Trinquier’ler, Paul Aussaresses’ler, Marcel Bigeard’lar bir bakıma haksız değillerdi, Fransız vatanseverliği iddialarında, Nitekim Massu, Cezayir’den önce İkinci Dünya Savaşı’nda, Hindiçini’de ve Süveyş Krizi’nde savaşmış; sonuncusunda birliği Mısır askerlerini “canlı esir almamak”la ün salmıştı. 1957’de FLN’nin Cezayir şehrindeki yeraltı teşkilâtını yokedip kent ayaklanmasını ezmesi (Cezayir Savaşı’nı kazanması) sayesinde, hem Cezayir kolordusunun başına getirildi, hem de bütün Cezayir bölgesinin askerî valisi oldu.
Bu noktadan sonra kariyeri De Gaulle ile tuhaf kesişmeler gösterdi. (1) İstikrarsız Dördüncü Cumhuriyet hükümetinin FLN ile görüşme (açılım?!) eğilimine karşı, 1958’de Massu bir darbenin başını çekti. Biraz, Franco’nun İspanya Cumhuriyeti’ne karşı Fas’ta başlayan isyanını andırır şekilde, komutasındaki Cezayir sömürge ordusuna ve özellikle elit paraşütçülerine yaslanarak başkaldırdı; İkinci Dünya Savaşı kahramanı De Gaulle’ün başa geçmesini talep etti. Aksi takdirde Paris’e yürürüz dedi. (2) De Gaulle siyasete dönmesi ve Fransa’nın başına geçmesi teklifini, yeni bir anayasanın hazırlanması ve yedi yıllık sürelerle güçlü bir devlet başkanlığının tesis edilmesi koşuluyla kabul etti. Bu değişiklikler gerçekleşti ve Beşinci Cumhuriyet kuruldu. Ama sonrasında De Gaulle, Massu’nun ve onun kuşağının beklediğinden çok farklı bir rol oynadı. Fransız imparatorluğunu sürdürmek yerine, olanca prestiji, ve karizmasıyla tasfiyesine nezaret etti (Atatürk yaşasaydı ve bütün rakipleriyle helalleşip Tek Parti rejiminden gerçek bir demokrasiye geçişi bizzat yönetseydi, ancak bu kadar olurdu).
(3) Bu yüzden, Massu ile de kısmen bozuştular erken bir aşamada. De Gaulle, 1962 Evian Anlaşmaları’na giden yolda niyetini belli edince, 1960’ta Massu Almanya’nın Süddeutsche Zeitung gazetesine verdiği bir demeçte, “İktidar gerek olmadığı için göstermiyorsa da ordudadır” deyip, arkasını “[Fransız] yerleşimcilerin paramiliter örgütler kurmalarını destekliyor, onlara silâh veriyoruz” diye getirince (krş İsrail’in bugünkü kanunsuz, istilâcı, işgalci Yahudi yerleşimi politikaları), derhal Paris’e çağrıldı ve Cezayir’deki bütün görevlerinden alındı. Belki de bu, olayların gelişimi içinde De Gaulle’e karşı defalarca suikast düzenleyecek olan die-hardist OAS’a, Gizli Ordu Örgütü’ne bulaşmasını (veya daha fazla bulaşmasını) da önledi. (4) Fakat kariyerine son verilmedi. 1962’de Fransa’nın kuzeydoğusundaki Metz’e ve Altıncı Askerî Bölge’nin komutanlığına atandı. 1963’te korgeneralliğe (Fransız sisteminde dört yıldız), 1966’da orgeneralliğe (beş yıldız) terfi edip, NATO bünyesinde Almanya’da konuşlanan Fransız birliklerinin komutanı oldu.
(5) Derken Fransa’da büyük 1968 Mayıs kitle hareketi patlak verdi. De Gaulle (dahi) paniğe kapıldı. Gizlice Fransa’dan çıkıp Almanya’ya gitti. 29 Mayıs 1968’de Baden-Baden’deki karargâhında Massu’yu ziyaret etti. Massu tam destek verdi. Gerekirse müdahale eder ve ezeriz dedi. Ama bazı kaynaklara göre, (1960’ta apar topar Cezayir’den uzaklaştırıldığı için katılamamış olabileceği) OAS’tan tutuklu, hüküm giymiş subaylara af çıkarılması şartını koşmaktan da geri durmadı.
Jacques Emile Massu 1969’da emekli oldu ve evine çekilip artık hâtıratını yazmaktan başka bir şeyle uğraşmadı. Emrindeki subaylardan Paul Aussaresses’in 2000’deki (Mehmet Eymür’ü andıran) işkence itirafları etrafında kopan fırtına sırasında Le Monde’a verdiği bir demeçte, işkencenin “1957’deki ambiyansın bir parçası olduğunu” kabul etti. Paraşütçülerin 1957’de işkence ve ırza geçme gibi yöntemlere başvurmasından duyduğu “pişmanlığı” dile getirdi. “Cezayir’de yapılan bazı şeyler keşke hiç yapılmasaydı, hiç olmasaydı” dedi.
Bu kadarını dahi diyemedi, bazı ünlü astları. Fransız ordusun gelmiş geçmiş en çok madalyalı subayı Marcel Bigeard gibileri. Bugün de Eymürler ve Ağarlar diyemiyor. Buradan tekrar asıl işkence meselesine dönüyorum.