İnsanlar mahallelerini kendileri seçerler.
Kendi tarihlerini, hafızalarını, aidiyetlerini son derece seçici bir şekilde, değişen zamanlarda, farklılaşan ihtiyaçlara göre yeniden, yeniden kurarlar.
İnsan bir mahalle içine doğmaz aslında. Birçok mahalle ile temas eder büyürken, yaşarken, birçok farklı mahallenin kenarından geçer.
Tıpkı benim geçtiğim gibi.
Şimdi müsaade ederseniz, bugüne kadar yazım tarzımdan farklı bir şekilde, bugüne kadar alışık olduğunuz kuru, enformatif ve sıkıcı yazılarımın aksine, daha duygusal, kişisel ve belki de hamasi bir tarzda kendi hikâyemi anlatacağım.
Mahallenin kara koyunu olma hikâyemi. Siyasi kimliğimin neredeyse bugünkü çizgiye geldiği yaş olan 14-15'ten sonra hep aile çevrelerinde tuhaf fikirleri olan çocuk olarak algılanma hikâyemi. ODTÜ'de hocam olan bir profesörün, muhtemelen kafasında “bizden” olarak kodladığı parlak bir öğrencisinin sınıftaki tartışmalarda kendisinden beklenmeyen yorumlar yapması üzerine, odasına çağırıp, “bu Kürtçü, İslamcı ağızları nereden öğrendin” sorusunu sormasına sebep olan hikâyeyi. Daha şefkatli olanların aslında ikna edilse “bizden” olur “hüsn-ü zanı” ile baktığı, daha acımasız olanların ise direkt satılmış ve hainlikle yaftaladığı hikâyemi.
Bir “beyaz Türk”ten, bir “yandaş” oluşturan hikâyemi.
İsterseniz başlayalım. Her şey, Türkiye'ye gelmemle, babamın lisansüstü eğitimi için bulunduğumuz California'dan, eve dönme vakti ile başlıyor.
Okulumdan, evimden, arkadaşlarımdan ayrılıp, kendimi pek de aşina olmadığım bir kültürde, Türkiye'de bulmamla ve buraya intibak etme dönemimle başlıyor.
7 yaşında dedemle ve Menderes ile tanışmamla başlıyor.
***
Annemle babam ev aramak için Ankara'ya gitmiş, beni dedemlerin Edirne'deki evine bırakmıştı. Zor bir geçiş ve adaptasyon dönemini, Lozan ile savaş tazminatı olarak alınmış, Meriç nehrinin kıyısında, yeşillikler içindeki bir kasaba olan Karaağaç'ta geçirecektim.
Bildiğim yerden farklıydı. Amerika'daki bir kampüs hayatından çıkıp, kendimi birden bambaşka bir yerde bulmanın sersemliği o yaşta epey ağır gelmişti sanırım. Alaturka tuvaleti gördüğümde nasıl şaşırdığımı komşulara anlatırken kıkırdayan akrabalar, mahallenin kırık Türkçemle dalga geçen çocukları bana aslında hâlihazırda bildiğim bir şeyi, yani oraya ait olmadığımı hatırlatıyordu. Bakkalda sevdiğim çikolatayı bulamadığım için eve asık surat dönüyor, benim için bu hayat memat meselesi olan bu büyük “trajediye” gereken empatiyi göstermedikleri için ev sakinlerine öfkeleniyordum. Beni eğlendirmek için zaman zaman taklalar atan ev ahalisine kümeste tavuklarla oynamanın, Toys'R'Us'ta oyuncak seçmek yerine geçemediğini anlatamıyordum. Biliyordum. Vedalaştığım arkadaşlarımı, öğretmenimi bir daha göremeyecektim, bu geçici bir ayrılık değildi ve geri dönüş yoktu bunu da biliyordum. Bir yandan tüm bunlardan dolayı anneme ve babama kızıyor, diğer yandan onları özlüyordum. Kendimi zor bir dünyada, terk edilmiş hissediyordum. Şimdiden bakınca hayatımın belki de en olumlu gelişmesi olarak gördüğüm, ama o zaman için bir kâbus olan bir zaman dilimi içindeydim. Şımarıklığı bir doğal hak olarak gördüğüm, sadece mutlulukla dolu, pürüzsüz, çocukluğum sona eriyordu. Artık büyüyor, gerçek hayatla kıyısından da olsa tanışıyordum.
Bu zor günlerde kendime hoş sohbet bir arkadaş bulmuştum. Daha doğrusu o beni bulmuştu.
Emekliye ayrılmaktan pek hoşnut olmadığı için kendine sürekli yeni uğraşlar çıkarmaya çalışan yaşlı bir adam, bu durduk yere kafasını eğip, dudaklarını büzen, gözleri dolan çocuğa sahip çıkmak istemişti. Belki kızı olan annesine duyduğu sevgiden, belki de gerçekten bu çocukta ilgiye dair bir işaret bulduğundan…
Dedem çiftçiydi. Selanik'te doğmuş, çocukken mübadele ile gelmişti Edirne'ye. Okumayı çok istemiş ancak fakirlik mani olmuştu. O zor dönemleri, her mahallede bir okulun olmadığı, liseye gitmek için ancak şehre günde en az 10 kilometre yürümek zorunda olunan zamanları bana sonrasında tekrar tekrar anlatmıştı. Bunu anlatırken, sesinde yeni nesillerin sahip olduğu imkânlara karşı örtük bir imrenme, ama daha çok bugünleri görebildiği için baskın gelen bir şükranlık duygusu olurdu. “Şartlar müsait değildi” derdi, bir yandan kadere inanmak isteyen, diğer yandan isyan duygusunu bastıramadığını belli eden bir tonda. Ortaokuldayken okulu bırakıp tarlada çalışmak zorunda kalmış, okul tedrisatından ona yadigâr kalan birkaç Fransızca cümleyi bir hazine gibi hayatı boyunca belleğinde saklamıştı. Hep şükrederek anlattığı hayat hikâyesinde zaman zaman kıskançlığın hâkim olduğu anektodlar da eksik olmazdı. Okuldaki sıra arkadaşı, ondan şanslıydı. Memur çocuğu idi. Bu sayede okulu bitirmiş ve doktor olmuştu. Faruk Bey mi idi adı Faik mi, tam hatırlamıyorum. Ama o sınıf arkadaşı bir yandan ona, benzer imkânlar sunulsa yaşayacağı hayat demekti. Diğer yandan bu menkıbeden çıkarılacak bir arkadaşına sunulan, ancak kendisinin mahrum olduğu imkânları, o çocuklarına sunabilmiş, çocukları yüksek tahsili tamamlayabilmişti.
Bana bir çok kavramı, çoğu zaman direkt kelimelerle değil, bir bakışla, bir iç geçirme ile, bir anı ile öğreten kişiydi dedem.
Hayatında belki her şeyi doğru yapmamış, ancak fırsat eşitliği sunulsa içine doğduğu sınıfta bir ömür kalmayacak bir adamdı dedem.
Çok hoş, zarif ve kibardı. Şefkatli ve merhametliydi. Türkiye'ye ilk geldiğimde öğrendiğim şeylerden biri kuralları asla net bir şekilde çizilmeyen, ancak nedense herkes tarafından bilinen bir hiyerarşi sisteminin garip ve gizemli varlığı olmuştu. Ebeveynlerine adlarıyla seslenen arkadaşlarımın arasından, öğretmenimle senli benli konuştuğum bir ortamdan, yaş ve cinsiyet hiyerarşinin pek de hissedilmediği bir kültürden çıkmış, yaş, cinsiyet, sınıf, makbul vatandaş olmak gibi çok sert hiyerarşiler ile ayrılmış bir toplumun içine düşmüştüm.
Türkiye'deki ilk derslerimden biri, dedelerden (ve genel olarak yaşça büyük erkeklerden) korkulması, çekinilmesi gerektiği olmuştu. “Ayıp” kelimesinin bir kırmızı çizgiyi tanımladığını bir kaç tecrübeden sonra idrak etmiştim. Benim bir kız çocuğu olduğumu ve dolayısıyla ona göre davranmam gerektiği bazen sözle, bazen sadece benim anlamam için yapılan bir mimikle öğretilmeye başlamıştı. Kızlar ve erkekler için farklı olan standartlar ile tanışma vaktim, ataerkil bir kültür içindeki münasip davranışları öğrenme zamanım gelmişti.
Fakat dedemle ilişkim farklıydı. Dedemin sevecenliği ve güler yüzüydü müydü bizim aramızdaki eşitliğin ve dostluğun teminatı bilmiyorum. Ama dedem bütün bu normların kendisi ile olan ilişkimde geçerli olmadığını ilk günden hissettirmişti bana. Bir yere kadar geçici bir adaptasyon sorunu olarak hoş görülen sınırları aşma girişimlerim bir yerden sonra sert ve asık suratlı duvarlara toslamaya başlamıştı. Lakin dedemin yanında serbestiyete imkân vardı.
Dedem, görmüş geçirmiş, nezaketi ile bilinen, etrafında sevilen bir dost, iyi bir aile babası, ödevlerini yerine eksiksiz getirmekle gurur duyan bir vatandaştı. Farklıydı. Entelektüel bir demokratın kelimeleri ifade etmezdi kendini ama sanırım özünde aynı şeyi söylerdi. “Hoşgörü” sözünü hiç duymadım demezdi mesela, ama ağzından “hâlden anlamak lazım” sözü düşmezdi. “Eşit vatandaşlık” terimi kelime dağarcığında yoktu bile muhtemelen, ama Edirne'de yaşayan ve ne yazık ki ikinci sınıf vatandaş olarak görülmeleri normal karşılanan Çingeneler için reva görülen muameleyi içine sindiremez, “onlar da bizim gibi askere gidiyor, onlar da bizim gibi vergi veriyor” derdi hep. Feminizmi bildiğini sanmam, ama 1970'lerde kızını tek başına üniversite için İstanbul'a göndermesini yadırgayanlara nasıl sert cevaplarla bozduğunu gururla anlatır, “ben kızıma güveniyorum, ne farkı var erkek çocuktan” diyerek onları utandırdığını söylerdi. Agnostik desem belki tuhaf tuhaf bakardı suratıma ama “evladım benim itikadım yok, ama İslam güzel dindir, saygı duymak lazım” derdi.
Yaz tatillerimi Edirne'de geçirirken, dedemle ineklerini otlatmaya çıkardık. Ben galiba kırık Türkçemle akranlarım tarafından dışlandığımdan, o ise kendisine bir yol arkadaşı aradığından. O sırada bana pek çok şey anlatırdı. Eski İstanbul nasıldı, halde mal satarken başına neler gelirdi. Lahanalar ne zaman toplanır, pancar ne kadar su isterdi. İsmet Paşa köylüye neler etmişti, Menderes gelince ise bereket gelmişti.
Menderes dedemin kahramanıydı. “Halkın dostudur” derdi ve hemen eklerdi, “ama sakın cahil sanmayasın, çok asil adamdı, çok eğitimliydi.” “Hizmet, demokrasi, huzur getirdi” dediği Menderes'in idamı sonrası çok sarsılmış, asla darbecileri affetmemişti. Anneannem hâlâ 27 Mayıs'ı yapan ekibin liderlerinden Cemal Gürsel'in bitkisel hayata girerek ölmesinde kendi beddualarının etkisi olduğuna inanır.
Menderes'in her hâlini dedemden dinlemişimdir. Gözleri parlayarak büyük bir hürmetle anlattığı bu adamın yasını bir ömür tutmuştur dedem. Küçüklüğümün en keyifli anları arasında dedemin anlatırken küçük jestlerle (dondurma almak, oralet ısmarlamak gibi) süslediği uzun siyasi kıssalar vardır.
Dedem ailemdeki tek fanatik Menderesçi değildi. Hiç tanımadığım babamın dedesinin siyasi kimliğini, bir aile toplantısı sırasında, bana “Demokrat Mehmet'in torunusun demek” diye yaklaşan bir uzak akrabadan öğrenecektim. Sonradan babama neden “demokrat Mehmet” diyorlar dedene diye sorduğumda cevabı fıkra gibi bir hikâye olacaktı. Darbe olmuş, benim büyük dedemin kafası atmıştı. Eline aldığı av tüfeği ile, Menderes'i Yassıada'dan kurtarmaya karar vermiş, ahaliyi de organize etmeye girişmişti. Eşin dostun “bu işin şakası yok” telkinleri ile bu misyonundan vazgeçmiş ama bu çılgınlığı “demokrat Mehmet” lakabını kazandırmıştı kendisine.
Ailemden bildiğim, duyduğum Menderes ile yıllar sonra, okulda öğrendiğim Menderes birbirinden çok farklı olacaktı.
Dedemin kahramanı adamın, aslında “Atatürk devrimlerine karşı,” “gerici,” bir “hain” olduğunu sanırım ortaokulda etraftan duyacaktım. Nazım Hikmet'in Nato'ya girme karşılığında Kore müdahalesi için asker yollamasına karşı yazdığı şiirleri sanırım lisede okuyacaktım. Üniversite gençlerine ölüm emri veren gaddar bir adam olduğunu sanırım üniversitede solcu hocalarımdan işitecektim. 6-7 Eylül olaylarındaki rolünü ise kendim bu konular üzerine okurken keşfedecektim.
Dedemin anlattığı ile okulda öğrendiklerim arasındaki bu büyük fark, beni ilk gençlik yıllarımda epey rahatsız edecek ve ibrem Menderes karşıtlığına kayacaktı.
Bir gün dedem siyaset konuşurken sözünü kesip “dede senin Menderes de az değilmiş ama” dediğimi ve Menderes'in günahlarını (muhtemelen epey abartılı bir şekilde) sıraladığımı hatırlıyorum.
Buna müstehzi bir gülümsemeyle cevap verdiği hayal meyal gözümün önüne geliyor, ama tam ne demişti işte onu anımsamıyorum. Muhtemelen daha önce duymadığı bir şey söylememiştim ona. Zira Menderes aleyhine söylenenleri içeren “Menderes'e atılan iftiralar” başlıklı bölüm, küçükken bana anlattığı hikâyelerin bir parçasını oluşturuyordu. Çocukluğumda ailemizin ortak değeri olan, “bizim Menderes'imizin” birden “senin Menderes” olmasına şaşırmış mıydı, yoksa “şehre giden” genç kuşakların böyle dönüştüğüne çokça şahit olmuş muydu inanın bilmiyorum.
Ama o konuşmayı hatırladıkça, hâlâ hoyratlığım içimi burkuyor…
Sonra barıştık Menderes konusunda. Seneler içinde ben nihai kararımı vermiş, okulda öğrendiklerime pek de itibar etmemeye karar vermiştim. Günahları, sevapları ve başına gelenlerle teraziye konduğunda hafif gelmişti bana. O günahları sonunu meşrulaştırmak için abartarak kullananlar ise artık benim için ahlaksız sınıfındaydılar. Menderes hakkında hiç bir zaman nötr, dengeli ve “objektif” bir düşüncem olamayacak sanırım. O hep bir masal kahramanı, çok sevdiğim dedemden kalan bir aile yadigârı olacak hep. Menderes bir tarihî nesne olmaktan çıkıp, bir sembol olacaktı.
Fakat yine de anlamadığım bir şey vardı. Nasıl olur da dedemin hikâyesi anaakım medyada, kitapçıların best-seller bölümlerinde, bu ülkenin en elit üniversitelerinde anlatılmazdı? Nasıl olur da, bu ülkede halkın büyük çoğunluğunun hafızası ile resmi tarih ve entelijansıyanın söylemi arasında bu kadar büyük bir uçurum olabilirdi? Nasıl olur da dedemin Menderes'i, halkın büyük çoğunluğunun Menderes'i, kendine “üst kültürde” yer bulamaz, temsil edilemezdi. Nasıl olur da, uluslararası medyada, entelijansıyada benim dedemin, yani bu ülkedeki milyonların hikâyesine yer açılmazdı?
Bu soruyu sadece Menderes için sormayacaktım.
Eğitim aldığım sol-Kemalist çevrelerde bir nefret figürü olan Özal'ın bu ülkede ne kadar sevildiğini görünce de aynı soru belirecekti aklımda. Ermeniler, Rumlar, Yahudiler ve Kürtler'e yapılanların kayda geçmemiş olmasını resmî ideoloji baskısına yoracak ama yine de bu büyük boşluğu, sessizliği anlamakta zorlanacaktım. İslamcıların Türkiye tarihinde yaşadıklarını öğrenmek için, kuytuda kalmış hatıratlar, kitaplar peşinde koşacaktım.
Dedemin Menderes'i kitaplarda temsil edilmezdi, akademide dedemin Menderes'ine yer yoktu, zira o kitapların çoğunu dedem veya onun gibi düşünenler yazmadı. Eli kalem tutanlar Menderes'e karşı sokakta olanlardı. Avrupa'da yüksek tahsil görenler, Menderes'in devrilmesini kutlamıştı. Dönemin sadece yerel değil, uluslararası medya ve akademisi de bu kişilerden beslenmiş, Kemalist anlatıyı yeniden üretmişti.
Türkiye'de çok uzun bir süre tarih alttan yazılmadı. Tarihi yazan Kemalist statüko oldu, ona karşı tarihi yazan da o Kemalist elitin asi çocukları. Armut belki tam dibe düşmemişti ama pek uzağa da gitmedi.
Bu yüzden belki de, artık bir mutlak haline gelen algıya rağmen, bu tarihi yazanlar ve yeniden üretenler, hemen her seçimde sandıktan neden işaret ettiklerinin tam zıddının çıktığını anlamadılar.
Kendileri için bir ezbere dönüşen, samimiyetle inandıkları bir gerçeğin neden halk tarafından “anlaşılmadığını” idrak edemediler. Kendileri için gayet bilimsel olan bir gerçeğin, halkta boş palavra olduğunu anlayamadılar.
Hâlâ da anlamıyorlar… Kendi anlattıkları Menderes ve Özal imgesinden başka bir hafızanın yaşadığını, bu hafızanın en az onların anlattıkları kadar gerçek ve canlı olduğunu anlamadılar ve anlamıyorlar.
Buna karşı, cahil dediler, okumamış diye küçümsediler. “Bilmiyorlar, ondan oy veriyorlar”vari kendilerince iyi niyetli açıklamalarda teselli bulmaya çalıştılar. “Beyinleri yıkanmış, kandırılmış sürüler” diyerek hiddetlendiler. “Kalbi kurumuş, kötü insanlar” diye çoğunluğa küstüler.
Oysa (dedemden biliyorum) o insanlar ne cahildi, ne de aptal. Ne kötü niyetli, ne de sürü. Namus belledikleri sandığa her seferinde özenle giden, ailesinin geleceği için en iyi gördükleri kişiye oy atmaktan vazgeçmeyen, kendilerine atılmış büyük bir kazık olarak gördükleri darbeleri, oyunbozanlıkları affetmeyen kişilerdi onlar. Bu hafızayı kuşaktan kuşağa aktarmayı aksatmayan, çocuklarına, torunlarına kendi hikâyelerini anlatmayı ihmal etmeyen kişilerdi onlar.
***
Dedemden öğrendiğim temel bir şiar benim siyasi serüvenimi belirleyen kaide oldu. Darbe bir günahtı, bahanesi, özrü, meşruiyeti ise yoktu.
1994 yılında, bürokrat bir ailenin, Ankara'da okula giden meraklı çocuğu olarak, Refah Parti'sinin yükselişini korku içinde izlediğimi hatırlıyorum. “Artık şort giyenlerin bacaklarına kezzap atacaklar”vari şehir efsanelerinin konuşulduğu, Türkiye'nin bir felakete sürüklendiği yönünde etrafımızda herkesin mutabık olduğu günleri, sanki dün gibi hatırlıyorum.
Yaşadığım şehrin sokaklarından tankların geçtiği 28 Şubat'ı ise biraz daha farklı hatırlıyorum. “Refah partisini sevmesek de, askerin hükümet devirmesi fair-play değil” noktasına geldiğimi ve Yeni Yüzyıl gazetesinin müptelası olduğum günleri. Gülay Göktürk'ü bir rol model olarak izlemeye başladığım, yazdıklarının çoğunu anlamasam da Etyen Mahçupyan'ın önemli ve doğru şeyler söylediğini düşündüğüm zamanları.
Ve Yeni Yüzyıl gazetesinde tohumları atılan şüphelerin üzerine gidecek yılların başlaması izledi bunu. 18 yaşında ilk Diyarbakır'a gidişim ile bana Ankara'da Kürt meselesi konusunda anlatılan hemen her şeyin yalan olduğunu anlamam ve sonraki zamanlarda Ermeni meselesinde de aynı şekilde düşünmeye başladığım bir süreçti bu. İlk defa tanıştığım başörtülü kadın dostlarımın hikâyeleri, İslamcı dostlarımın aslında benden çok da farklı olmayan dünyaları ile yollarımın kesiştiği zamanlar takip etti. Aynı zamanlar, sosyalist düşünce ve sol örgütler konusundaki negatif düşüncelerimin de kristalleştiği zamanlar olacaktı.
Bu bir genç sivilin hikâyesi olacaktı.
2007 yılında, ilk defa Yassıada'ya gittim, hem bana benzeyen, hem de benzemeyen “yoldaşlarım” ile. Yassıada demokrasi adası olsun sloganı ile gittiğimiz gezinin akşamında dedemi aradım. Ona hediyesini takdim ettiğimde, çocukluğuma dair en güzel anıların arka plan seslerinden olan kahkahasını duydum. Bana hakkını helal ettiğini hissettim, hayatımda yaşadığım en büyük manevi haz ve gururlardan biri bu oldu.
***
Demokrasi adası, bizim dedelerimize hediyemiz.
Çünkü o sandık, onların bize hediyesi.
Ve hediyelerin en güzeli, en değerlisi.
Bu Pazar o sandık beni, bizi, hepimizi bekliyor.
İyi olan kazansın!