Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIDedemin zekât felsefesi ve Peter Singer’ın etiği: Küresel açlıkla yüzleşmek

Dedemin zekât felsefesi ve Peter Singer’ın etiği: Küresel açlıkla yüzleşmek

Dedeme şu soruyu sordum: “Allah neden Afrika’daki insanları beslemiyor, bu olan olayların sorumlusu O değil mi?”. Dedem merhamet dolu bir bakış atıp: “Allah değil biz suçluyuz. Biz zekât versek öyle mi olacak?” Bu cevap beni tatmin etmedi: “İyi de zekât Müslümanlara farz, Müslümanlar mı suçlu yani” dedim”. Cevabı bu yazıya beni iten şeylerden biridir: “Zekât dini bir emirden ibaret değil. Zekât bir ahlaki yükümlülük. Her insan dinsiz bile olsa ihtiyacı olana vermeli.” Dedem haklı olabilir mi? Gelin çağımızın en önemli etikçilerinden biri ile beraber düşünelim.

Dünya acılarla dolu. Her yıl 9 milyon civarında insan açlık ya da onunla ilişkili bir hastalıktan hayatını kaybediyor. Bunlardan 3,1 milyonu 5 yaş altı çocuklar, bu da ölen çocukların yarısının açlıktan öldüğü anlamına geliyor. 733 milyon insan açlık sorunu yaşıyor.  Eğitim ve sağlık hizmetlerinden mahrum kalan insanların sayısı elbette çok daha yüksek. Peki bundan kim sorumlu? Dünyayı daha iyi kim yapmalı? İnsanlar dinleri, ideolojileri, devletleri, birleşmiş milletleri suçlarlar. Peki bunda bizim birey olarak sorumluğumuz var mı? Daha doğrusu bizim bu sorunla mücadele etmek gibi bir ahlaki görevimiz var mı? Eğer öyleyse, bu görev ne kadar ileri gider? Bu yazıda felsefi bir perspektifle ünlü ahlak felsefecisi Peter Singer’in çalışmaları eşliğinde bu sorular üstüne kafa yoracağız. 

Ancak analizimize geçmeden çocukluğumdan bir anımı sizlerle paylaşmak isterim. Daha ilk öğretime yeni başlayan bir çocuk olduğum yıllarda özellikle Afrika’da yaşanan açlık beni derinden etkilemişti. Bu da zihnime Tanrı’nın nasıl buna izin verdiği sorusunu getirmişti. Bu tarz soruları bazen dedeme sorardım. Dedem ailenin en az formel eğitim alan bireyi idi, babası ikinci dünya savaşına gidince daha çocuk olarak kardeşlerine bakmak için çalışmaya başlamış bu nedenle okumamıştı. Ama hayatını dolu dolu yaşamış ve benim nadir gördüğüm bir irfan/bilgelik kazanmıştı. Hayatı iki kısımdan oluşurdu, çalışma ve ibadet. Her gün saatlerce çalışırdı, ücretsiz birilerinin eşyalarını tamir eder, bahçesini düzenlerdi. Kalan zamanı da zikir çekmek ya da nafile namaz gibi ibadetlerle geçirirdi. En çok tekrar ettiği dua çalışma ve ibadetten kesilmeden bu dünyadan ayrılmaktı. Bir gün bahçede çalışırken vefat etti. Öleceğini anlamış yüzü kıbleye dönük dua ederken son nefesini vermişti.

 Dedeme şu soruyu sordum: “Allah neden Afrika’daki insanları beslemiyor, bu olan olayların sorumlusu O değil mi?”. Dedem merhamet dolu bir bakış atıp: “Allah değil biz suçluyuz. Onlar biz sorumluğumuzu yerine getirmediğimiz için açlar. Biz zekât versek öyle mi olacak?” Bu cevap beni tatmin etmedi: “İyi de zekât Müslümanlara farz, Müslümanlar mı suçlu yani. Hem zekât zor çözer bu sorunu dedim”. Cevabı bu yazıya beni iten şeylerden biridir: “Zekât dini bir emirden ibaret değil. Zekât bir ahlaki yükümlülük. Her insan dinsiz bile olsa ihtiyacı olana vermeli.” İtiraf etmeliyim ki o zaman bu cevap beni tatmin etmediği gibi basit ve yanlış gibi göründü. Birincisi zekâtın bu sorunu çözemeyeceğini, ikincisi ise bunun ahlaki bir görev olmadığını düşündüm. Dedem haklı olabilir mi? Gelin çağımızın en önemli etikçilerinden biri ile beraber düşünelim.

Boğulan Çocuk Düşünce Deneyi

Çağımızın en önemli ahlak felsefecilerinden Peter Singer’ın Kurtarabileceğiniz Hayat adlı kitabı, küresel yoksulluğu ele almanın ahlaki bir zorunluluk olduğunu savunan çığır açıcı bir eserdir. 2009 yılında yayınlanan kitap, Singer’ın daha önceki etik felsefesini, özellikle de faydacılık ilkesini temel alarak okuyucuları dünyanın en yoksul insanlarına karşı yükümlülüklerini yeniden düşünmeye davet ediyor. Kitabın Türkçe tercümesinin pdf’ine ücretsiz olarak şu linkten ulaşabilirsiniz: https://www.thelifeyoucansave.org/the-life-you-can-save-turkey/. Singer görüşünü bir düşünce deneyi ile savunuyor. Önce bu düşünce deneyine odaklanalım. 

Sığ bir göletin yanından geçtiğinizi ve boğulmakta olan bir çocuk gördüğünüzü hayal edin.  Çocuğu kurtarmak sizin için kolay olurdu, ancak bu suya girmenizi, pahalı kıyafetlerinizi ve ayakkabılarınızı mahvetmenizi ve rahatınızın bozulmasını gerektirirdi. Çoğu insan, sırf kıyafetlerini mahvetmemek ya da rahatsız olmamak için boğulmakta olan çocuğu görmezden gelmenin ahlaki açıdan yanlış olduğu konusunda hemfikirdir. O çocuğu orada ölüme terk edip, kıyafetinizi ya da rahatınızı bozmamanız ahlaki olarak kabul edilemez ve dolayısı ile bu davranış ahlaki bir kusurdur.

Bundan sonra Singer odağımızı acıklı bir gerçeğe çeviriyor: dünyanın dört bir yanında çocuklar her gün önlenebilir nedenlerden dolayı ölüyor. Yoksul bölgelerde pek çok çocuk aşı ya da ilaç gibi temel tıbbi müdahalelere erişimden yoksundur ve bu müdahaleler bizim günlük lüks harcamalarımızın sadece bir kısmına mal olmaktadır. Gözümüzün önünde boğulmakta olan bir çocuğu kurtarmak için pahalı bir takım elbise ve ayakkabıyı mahvetmeye hazırsak, başka bir yerde bir çocuğun gereksiz yere ölmesini önlemek için küçük bir miktar paradan vazgeçmeye istekli olmamız makul bir beklentidir. Yine de Singer bize şu soruyu soruyor: Neden durum böyle değil? İmkanlarımız dahilinde olduğu halde neden hepimiz hayat kurtarmak için sürekli olarak katkıda bulunmuyoruz?

Bu soruya genelde ilk verilen cevap kendi geleceğimizi güvence altına almamız gerektiği, bunun da daha fazla yardım etmemize engel olduğudur. Bu elbette ki doğrudur. Ancak Singer çarpıcı bir eşitsizliğe dikkat çekiyor. Varlıklı toplumlardaki insanların lüks tüketim için harcadıklarının çok küçük bir kısmıyla, temiz su, gıda ve tıbbi bakım gibi temel ihtiyaçlara erişim yoluyla milyonlarca hayat kurtarılabilir. Okuyucularını, isteğe bağlı harcamalarının insani maliyetini düşünmeye davet ediyor. İnsan hayatını kurtarmak için aslında yapmamız gereken şey geleceğimizi tehlikeye atmak değil, bazı basit lükslerden vazgeçmektir. Peki neden yapmıyoruz? Bunun makul biz izahı olabilir mi?

Yardım etmemek için makul gerekçemiz olabilir mi?

Ekstra kaynaklarımızı bağışlamakta tereddüt etmemizin bir nedeni belki de yakınlık meselesidir. Gözümüzün önünde boğulan bir çocuk, uzaktaki çocukların önlenebilir ölümlerinden tamamen farklı bir durum gibi gözükebilir. Yakınımızdaki çocuğu kurtarmak için fiziksel olarak müdahale edebiliriz, ancak başka bir yerdeki çocuklar bizim erişimimizin dışında gibi görünür.

Singer bu varsayıma meydan okuyarak coğrafi uzaklığın ahlaki açıdan neden önemli olması gerektiğini sorar. Denizaşırı ülkelerdeki bir çocuğun hayatı, yakınlardaki bir çocuğun hayatıyla aynı değere sahiptir. Asıl mesele, yardım etme kabiliyetine sahip olup olmadığımızdır. Harekete geçmeyerek, önlenebilir bir ölümün gerçekleşmesine bilerek izin vermiş oluruz. Dolayısı ile bu bahane psikolojik olarak çekici olabilir, ama rasyonel olarak tatmin edici değildir.

İnsanların sıklıkla dile getirdiği bir diğer itiraz de sorumlulukla ilgilidir. Boğulan bir çocuk söz konusu olduğunda, etrafta onu kurtaracak başka kimse yoktur. Eğer harekete geçmezsek, sorumluluk yalnızca bize ait olacaktır. Ancak söz konusu olan uzaktaki acılar olduğunda, başkaları da yardım etmek için devreye girebilir. Bu durumda da kişisel sorumluğumuz bizden tüm maddi durumu yeterli olan insanlara dağılır. 

Singer bu argümana da karşı çıkarak, yardım edebilecek insanların sayısının herhangi bir bireyin ahlaki yükümlülüğüyle alakasız olduğunu ileri sürer. Önemli olan, harekete geçebilecekken harekete geçmemeyi seçiyor olmamızdır.

Bazıları, söz konusu acıya doğrudan neden olmayan bireyleri suçluyor gibi göründüğü için bu eleştirinin adil olmadığını iddia edecektir. Mesela felsefeci Jan Narveson, yalnızca aktif olarak neden olduğumuz zararlardan sorumlu olduğumuzu, yaratmadığımız acıları hafifletmekten sorumlu olmadığımızı öne sürmektedir. Günümüz kapitalist toplumun ortaya koyduğu bireyci refleks bu itirazı çoğu insanın makul bulmasını sağlayacaktır. 

Ancak Singer bunu ahlaki açıdan duygusuz bir duruş olarak görmektedir. Bu mantığı takip edersek, her türlü yardım gerekliliğini reddederiz. Bir doğal afet sonrasında mahsur kalan insanlara tanıklık ettiğinizi ve depreme siz neden olmadığımız için bunu görmezden geldiğinizi düşünün. Hem yukarıdaki örnekteki boğulan çocuğun suya düşmesine de biz neden olmadık! Singer, konunun nedensellik olmadığını, sorunun kendimize çok az maliyetle zararı önleyip önleyemeyeceğimiz olduğunu savunmaktadır. Eğer ahlaki açıdan önemli bir şeyi feda etmeden bir hayat kurtarabiliyorsanız, bunu yapmamak ahlaki açıdan yanlıştır. Singer bize faydacı etiğin temel ilkesini hatırlatır: Acıyı hafifletme yeteneği, harekete geçmek için ahlaki bir yükümlülük getirir.

Bazıları, kendi çabalarıyla kazandıkları için servetlerini diledikleri gibi harcama hakkına sahip olduklarına inanmaktadır. Dolayısı ile kimse onları servetlerinin bir kısmını ihtiyaç sahiplerine vermedikleri için ahlaki olarak sorumlu tutamaz. 

Singer, sıkı çalışmanın değerini kabul etmekle birlikte, ahlaki sorumluluğu ortadan kaldırmadığını savunmaktadır. Biz lüks harcamalar yaparken başkaları önlenebilir sebeplerden ölüyorsa, önceliklerimizi yeniden gözden geçirmeliyiz. Singer, hayat kurtarmanın, gerekli olmayan malları satın almaya kıyasla göreceli maliyetine işaret eder. Örneğin, lüks bir arabanın fiyatı düzinelerce hayatı kurtarabilir.

Bazıları küresel yoksulluğu çözmenin bireylerin değil hükümetlerin görevi olduğunu iddia ederek bu sorumluluktan kaçabilir.

Hükümetlerin önemli bir rol oynaması gerekse de, özellikle hükümet eylemleri üzerindeki verimsizlikler ve siyasi kısıtlamalar göz önüne alındığında, bireyler hala önemli bir fark yaratabilir. Singer, hükümetlerin harekete geçmesini beklemenin bireyleri ahlaki sorumluluktan kurtarmayacağını savunmaktadır. Depremzedelere yardım etmek devletin görevidir, ama bu bizim birey olarak yardım etmememizin bir gerekçesi olamaz. 

Bir diğer itiraz yoksulluk içindeki insanların dış yardıma bel bağlamak yerine kendi durumlarını iyileştirmek için çalışmaları gerektiğini savunmaktadır. 

Singer bu itiraza da cevap verir. Yoksulluk içindeki pek çok insan, dışarıdan yardım almadan üstesinden gelemeyecekleri sistemik sorunlar (örneğin eğitim, sağlık veya altyapı eksikliği) nedeniyle kapana kısılmış durumdadır. Aşı veya eğitim gibi temel yardımların sağlanması, genellikle toplulukların uzun vadede kendi kendilerine yetebilmelerini sağlar. 

Son olarak, pek çok insan savurgan yardım kuruluşları ya da yozlaşmış hükümetlerle ilgili endişelerini gerekçe göstererek bağışlarının etkinliğini sorgulamaktadır. Bağışlarının gerçek bir fark yaratmayacağından yakınıyorlar.

Singer bu endişeleri kabul etmekle birlikte pratik bir çözüm öneriyor. Singer, kaynaklarımızın olumlu etkisini en üst düzeye çıkarmayı savunan, hayırsever bağışlara yönelik felsefi ve pratik bir yaklaşım olan “etkin diğerkâmlık”ı vurgulamaktadır. Temel fikir, sadece vermek değil, aynı zamanda mümkün olan en büyük farkı yaratacak şekilde vermek gibi ahlaki bir sorumluluğumuz olduğudur. Singer kitabında ya da kitap linkini paylaştığım sitesinde yapılan yardımların etkisini ölçmek ve en etkili şekilde kullanılmasını sağalmak için çeşitli yöntemler sunuyor. Bir başka yazıda bunu detaylı ele alabilirim, ama sonuç olarak bu itiraz da güçlü değildir. 

Görünüşe göre dedem zekât vermenin (yani varlığımızın bir kısmını ihtiyaç sahiplerine vermenin) sadece dini değil ahlaki bir yükümlülük olduğu noktasında haklıydı. İyi ama zekât gerçekten de küresel açlığı yenebilir mi?

Peki ne kadar yardım yapmalıyız?

Eğer dedem ve Singer haklı ise bir sonraki önemli soru gelirimizin ya da malımızın ne kadarını vermek zorunda olduğumuzdur. 

Singer başlangıçta zorlu bir standart önerirken (acı verene kadar veya daha fazla bağışta bulunmak bağışçının yaşam kalitesini yardım edilenlerin seviyesine indirene kadar bağışta bulunmak), Kurtarabileceğiniz Hayat daha pragmatik bir yaklaşım benimsiyor. Burada kademeli bir ölçek öneriyor. Mesela orta gelirlilerin gelirlerinin %1-5 arasındakini vermesini, zenginlerin ise bunu %10’a kadar çıkarmasını öneriyor. Amaç anlamlı bir etki yaratırken bağış yapmayı erişilebilir kılmaktır. 

Peki Müslümanların dini yükümlülüğü olan zekât Singer’in hedefini yerine getirebilir mi? Zekât, belirli mali eşikleri (nisap) karşılayan Müslümanlar için dini bir görevdir. Müslümanlar zekâtın malı “arındırdığına” inanırlar. Zekât için genel oran, bir bireyin bir yıl boyunca sahip olduğu birikim ve servetin %2,5’idir. 

Bir an için tüm dünyada herkesin zekât vermeyi kabul ettiğini varsayalım. Credit Suisse’in Küresel Servet Raporu’na göre küresel servet 500 trilyon dolar civarındadır. Bu da yıllık 12,5 trilyon dolarlık bir zekât parası ayrılması anlamına geliyor.  Dünya Bankası’na göre, aşırı yoksulluğu (günde 2,15 doların altında gelir) ortadan kaldırmak yılda yaklaşık 100 milyar dolara mal olacaktır. Yani toplanan zekâtın %1’inden azı aslında aşırı yoksulluk ve dolayısı ile küresel açlığı yenmek için yeterlidir. Kalan para ile sağlık, eğitim ve altyapı geliştirme gibi daha geniş kapsamlı sorunlar ele alınabilir. Tüm dünyadaki insanların hayat şartları düzeltilirken, milyonlarca insan ölümden kurtulabilir.

Üstelik sadece Müslümanlar zekât verse de ve bu etkili bir şekilde kullanılsa aşırı yoksulluk sorunu yine çözülebilir. Müslümanlar dünya nüfusunun %25’ini oluşturuyor. Dolayısı ile sahip olduğu toplam varlık yukarıdaki 500 trilyon doların %1’inden fazla olmalıdır. Dolayısı ile toplanan zekât 100 milyar doları aşabilir ve doğru kullanımla küresel yoksulluk büyük oranda ortadan kaldırılabilir. 

Dedem çoğu zaman olduğu gibi yine haklı çıktı. Fakirlere yardım ahlaki bir zorunluluk ve bu zorunluluk makul bir şekilde yerine getirilerse milyonlarca insanın hayatı kurtarılabilir. 

Yazımı bitirirken Türkiye’deki yardım kuruluşu ve zekât veren/toplayan insanlara Singer’in mesajındaki önemli bir noktayı tekrar vurgulamak istiyorum. Mesele sadece yardım parası toplamak değil, bunu en etkili şekilde kullanma stratejileri geliştirmektir. Nitekim bu noktada Singer’in etkin diğerkâmlık hareketinden ödünç alınabilecek çok sayıda makul strateji var. Size yukarıdaki linkini paylaştığım kitabı okumanızı şiddetle öneririm.

- Advertisment -