“Ben de bir insanım. Hiçbir fevkalâdeliğim yok. Bir kadere bağlıyım. Birtakım zaaflarla doluyum. Belki herkesten daha zayıf.”
Necip Fazıl Kısakürek, Bir Adam Yaratmak
Türkiye değerlendirmelerin çoğunlukla siyah ve beyaz karşıtlığında yapıldığı bir ülke. Son dönem Türkiye siyasetine egemen olan kutuplaştırıcı söylem de bununla yakından ilişkili. Lakin, Türkiye’deki kutuplaştırıcı söylemi sadece AK Parti’nin son döneminden ibaret görmemek gerekiyor. Uzun yıllardır Türkiye siyaseti derin tarihsel kimlik çatışmalarının etkisinden yakasını kurtaramıyor. Belki de daha önce transparan bir tülün ardından izleme imkânı bulduğumuz kutuplaştırıcı söylem şimdi Erdoğan ve AK Parti’nin son dönem siyaset tarzı nedeniyle daha da belirgin hale geldi. Bununla beraber siyasetçilerin hayat serüveni bu kutuplaştırıcı ortama rağmen çokça gri alanlar barındırıyor. Abdullah Gül’ü de bu gri bir alanda değerlendirmek gerekiyor.
Abdullah Gül, 1970 senesinde daha yirmi yaşında bir gençken İslami bir yayın çizgisine sahip bir mecmuada ilk yazısını yazıyordu: Aziz İstanbul ve Susturulan Sesi. İlk yazısında Ayasofya’dan ezan sesinin gelmemesine yakınıyordu. O dönemki Abdullah Gül, nasıl hisseder bunu bilmeye imkân yok ancak kesin olan bir şey var ki; yirmi yaşındaki Abdullah Gül, dünyaya daha ideolojik bakan, onu anlamak ve değiştirmek isteyen bir gençti. Gül, şair İsmet Özel’in “… binlerce yılın yabancısı bir ses değdi minarelere: Tanrı uludur, Tanrı uludur” dizeleriyle seslenmesine daha dört yıl varken, Ayasofya’da susan ezan sesini dert ediniyordu bu ilk yazısında.
Abdullah Gül, ilerleyen yıllarda Necip Fazıl önderliğindeki Büyük Doğu idealinin ve düşüncesinin etki sahasında kaldı. Katıldığı ilk kamusal politik etkinlikler de Necip Fazıl’ın söyleşileriydi. O dönemin Abdullah Gül’ü tutkulu bir düzen karşıtıydı. Necip Fazıl’ın “Her inkılâbın gayesi; içinde bulunan zamanı aşmak ve zamanın üstünde olmak… Eğer zamanı aşmak istiyorsanız, mutlak inkılâpçı olmak istiyorsanız, deminki tabirle pörsümez yeniyi bulmak istiyorsanız, stratosferde oturmak istiyorsanız; gerçek Müslüman olunuz! Ebedî ilerici ve inkılâpçı, Müslümandır!..” sözleri, şüphesizbirçok mukaddesatçı genç gibi Gül’de de karşılık bulmuştu.
Üniversiteye başlayacağı zaman seçimini İstanbul Üniversitesi İktisat bölümünden yana yaptı. İlk yazısını İslami bir mecmua olan Tohum dergisinde yazan ve ardından Büyük Doğu’nun ideasına inanan Abdullah Gül, üniversite hayatı sırasında MTTB ile siyasi faaliyetlerine başladı. O dönem Türkiye’de üniversitelerin siyaseten hareketli ve hem sağ hem de sol görüşlü öğrenciler için ideolojilere ve inançlara tutkuyla bağlandığı bir dönemdi. Türkiye’deki üniversite yıllarını, fikir çatışmalarının yoğun olduğu bu ortamda tamamlayan Abdullah Gül, iktisat alanında doktorasını yapmak için gittiği Exeter’de daha farklı bir dünyayla tanışıyordu. Başka iddialarla ve fikirlerle geldiği İngiltere, kendisine hem dünyayı tanıtacak hem de fikirlerinin gelişimine, dönüşümüne katkı sağlayacaktı.
İngiltere’den döndüğü 70’li yılların Türkiye’sinde, siyasetin sertliğinin beraberinde gelişen büyük sağ-sol çatışmalarını bir sebep olarak öne süren ordu, bir kez daha harekete geçti. Türkiye tarihinin tekerrürü cuntacı gruplar, yine tarihe sirayet edecek bir alan bularak iktidarı ele geçirdiler. Kenan Evren önderliğindeki 12 Eylül darbesi Türkiye toplumunun ve siyasi hayatının üzerinden deyim yerindeyse adeta bir silindir gibi geçti. İnsan hakları ihlallerinin had safhaya çıktığı ve birçok tanınmış siyasetçinin alıkonulduğu bu karanlık dönemde Abdullah Gül de gözaltına alındı. Evliliğinin sadece üç gün sonrasında 12 Eylül darbesine yakalanan Gül, bir ayı geçen bir süre zarfında gözaltında kaldı.
12 Eylül’ün ardından da Türkiye’yi sancılı ve uzun bir dönem bekliyordu. Abdullah Gül bu dönemde İslam Kalkınma Bankası’nın ekonomi uzmanlığını yaptı. Öncesinde İstanbul Üniversitesi’nde tamamladığı doktora tezi, Türkiye ve İslam Ülkelerinin ekonomik ilişkilerinin gelişimi üzerineydi. Görev süresi boyunca da akademik çalışmasını sahada tatbik etme imkânı bularak bürokratik tecrübe kazandı.
Abdullah Gül, İslam Kalkınma Bankası’ndaki görevinin ardından Türkiye’ye döndüğünde kendisini yeniden siyaset arenasında bulacaktı. Kendisini o dönem Refah partisi bekliyordu. 1975 senesinde Refah Partisi geleneğinin öncülü olan Milli Selamet Partisi’nden Recai Kutan’ın Kayseri’den senato adaylığı için yürüttüğü seçim kampanyasında aktif olarak görev alan Abdullah Gül, siyasete başladığı yere yıllar sonra geri dönüyor ve Refah Partisi listesinden ilk sırada Kayseri milletvekili adayı oluyordu.
Abdullah Gül’ün de milletvekili seçildiği bu dönemde, Refah Partisi parlamentoya otuz sekiz milletvekili sokmayı başardı ve aktif muhalefetiyle öne çıktı. Refah Partisi’nin bu muhalefeti seçmende de karşılığını bulmaya başlamıştı. Bu dönemde Refah Partisi’nde modern kuşağın temsilcisi konumunda olan Gül de yıldızı parlayan isimlerdendi. Bu rüzgâr, ilerleyen aylarda da yükselerek devam etti. 94’ seçimlerinde İstanbul ve Ankara gibi büyük şehirler Refah Partisi’ne geçti. Bu aynı zamanda Recep Tayyip Erdoğan’ın da kamuoyunda bilinen bir siyasi figür haline gelmesinin başladığı yıllardı. Abdullah Gül, bu dönem Refah’ın kendisinin yıllardır koruduğu seçmen tabanına seslenmekten çok, toplumun farklı kesimlerine de seslenmenin yolunu açmayı önerenlerdendi. Bu, Refah Partisi ve geleneği için önemli bir adımdı. Necmettin Erbakan liderliğindeki Refah Partisi’nin merkez sağ partilerden önemli siyasi figürleri partiye davet etmesinin arkasında Abdullah Gül de vardı. Gül, toplumun farklı kesimlerine seslenebilen bir parti hayal ettiğini o günlerden göstermeye başlamıştı. Refah Partisi’nin İstanbul ve Ankara gibi önemli belediyeleri kazanması da sadece bu kentlerde gösterilen adayların kişisel karizmasında değil, biraz da partinin kendisini yenileyen siyaset anlayışında da yatıyordu. Öyle ki bunun mimarları arasında şüphesiz modern kuşağın Refah Partisi’ne önerdiği yeni siyaset modeli başat rol oynuyordu. Refah’ın içerisinde henüz adı konulmamış yenilikçiler, batı ile ilişkileri yenilemeye yavaş yavaş başlamışken, Abdullah Gül de bu dönem Avrupa Parlamentosu milletvekilliği de yaparak batı ile diyaloğunu geliştirdi. Bu dönem aynı zamanda Millî Görüş Hareketinin de Batı ile ilişkilerinin düzenlenmesinin miladı olmuştu.
Fazilet’te ‘Yenilikçi Kanat’ Liderliği
Gül’ün düşüncelerinin yıllar içindeki değişimi pek çok çevre için inandırıcı gelmedi buna sebep olarak da Gül’ün geldiği gelenek ve daha önceki ideolojik söylemleri gerekçe olarak gösterildi. Ancak şunu belirtmekte fayda var, tam da ideolojik bir gözle dünyayı algılayanlar, daha sonraları ideolojik yanlarını yitirseler de dünyaya ilkesel bakmayı sürdürebilirler. O yüzden Gül’ün popülist siyasetin kolay yollarına düşmemesinin en büyük nedeninin onun ideolojik bir arka plana sahip olmasından kaynaklandığı söylenebilir. Türkiyeli sol düşünürlerden Yalçın Küçük, Aydın Üzerine Tezler çalışmasında şöyle bir saptama yapar: “… bilimsel geleneği pek yoksul olan toplumlarda, yalnızca hainlerin, delilerin, satılık olanların zarar verebileceğine inanılır. Bu inanç doğru değil. Yurtsever, akıllı ve dürüst olmak yeterli değil; bilimsel mirası zengin toplumlarda kolaylıkla kabul edildiği gibi, yol ve yöntem de çok önemlidir.” Tabii ki çeşitli vurgularla farklı görüşlerden birçok yazar bu görüşü paylaşabilir. Türkiye’de yıllardır yol ve yöntem üzerine tartışmaktan ya da yapısal krizlere çözüm bulmaktan çok, tarafgir bir siyaset tarzı izlenir . O yüzden ilkelerden ziyade, siyaset yapan öznelerin kişilikleri ve duruşları tartışılır. Popülizmin Erdoğan öncesinde de Erdoğan’la da Türkiye’de güçlü olmasının sebebini buralarda aramak gerekir. Abdullah Gül, yapısal krizler üzerine kafa yorması ve yol-yöntem üzerine düşünmesiyle farklı bir siyasi aktör oldu.
28 Şubat’ın ardından Refah Partisi’nin kapatılmasıyla Fazilet Partisi kuruldu. Abdullah Gül, Fazilet Partisi’nde başlayan bu önemli ayrışmaya öncülük yaptı. Fazilet Partisi’nin genç kadroları, Refah Partisi deneyiminden dersler çıkarak yeni bir siyaset anlayışı geliştirmek istiyordu. Abdullah Gül hem düşünsel hem de pratik olarak bu yeni siyaset anlayışı isteğine öncülük ediyordu. Fazilet Partisi’nin ilk kongresi bu yüzden çok önemliydi. Abdullah Gül, parti ve gelenek için önemli bir lider figürü olan Erbakan’ın partiyi kendi kişi kültüyle ve tek adam olarak yönetmesine karşı çıkarak adaylığını koydu. Erbakan ise kendisi siyasi yasaklı olduğu için genel başkanlık için Recai Kutan’ı destekliyordu. Yıllar önce üniversiteli bir gençken Kutan’ın senatör seçilebilmesi için kampanya yürüten Abdullah Gül, şimdi büyük bir risk alarak hem Kutan’a hem de Erbakan’ın kültüne karşı adaylığını koyarak genel başkanlık için yarışıyordu. Sıklıkla daha risk alan bir siyasetçi olduğundan bahsedilen Erdoğan bu önemli kongrede o sıralar hayli popüler olmasına rağmen bulunmamıştı. Erdoğan, kendisini açık etmekten ve risk almaktan kaçınırken, Gül açıkça mücadele etmişti. Abdullah Gül, genel başkanlık seçimini kaybeden Abdullah Gül günün sonunda kazanmıştı çünkü Gül’ün yeni siyaset anlayışı kazanmıştı. Gül ve beraberindeki arkadaşları, kaybettikleri kongre öncesinde ve sonrasında toplumda ve parti içerisinde yarattıkları heyecanı ve estirdikleri rüzgarı arkalarına alarak Fazilet Partisi’nin partisinin kapatılması sonrası gelenekçilerden ayrılarak AK Parti’yi kurdu.
AK Parti’de Sakin Denge
AK Parti, Erdoğan’ın kişisel karizması ve kitlelere seslenme becerisi üzerinden okuna geldi. Halbuki AK Parti yeni nesil bir siyasetin kapılarını açacak önemli bir projeydi ve bu durumda Abdullah Gül’ün çok önemli bir rolü vardı.
AK Parti’nin Türkiye’de büyük oranda vesayetle uğraştığı iddiasında olduğu iktidarının ilk yıllarında AK Parti hem içeride hem dışarıda daha ılımlı ve yapıcı ilişkiler kurmak konusunda ısrarcıydı. Bugün büyük oranda hükümetin parmak salladığı Avrupa Birliği ile ilişkilerin doruğa ulaştığı bu yıllarda Gül, önce Başbakan daha sonrasında ise Dışişleri Bakanı olarak görev aldı.
Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığına adımlarını yeni attığı sıralar ulusalcı tiyatrocu Turgay Yılmaz’ın sunduğu programda ekranlara Gül’ün 90’lı yıllarda milletvekiliyken AB karşıtı konuşması getiriliyor ardından da hicvediliyordu. Halbuki, Abdullah Gül on sene milletvekilliği yaptığı Avrupa Konseyi’ne Türkiye Cumhuriyeti’nin Başbakanı olarak döndüğünde “ben bu okuldan mezun oldum” diyecek ve Avrupa Konseyi milletvekilleri tarafından coşkuyla ayakta alkışlanacaktı. Tabii bu değişim, seküler kamuoyunda Abdullah Gül’ün siyasi kişiliği üzerinden ardı arkası kesilmeyen spekülasyonların yapılmasına sebebiyet verdi. 11 Kasım 2002 tarihinde Sedef Kabaş’ın sunuculuğunu üstlendiği bir TV programına konuk olan Ruşen Çakır, Abdullah Gül’ün geçmişte yaptığı kimi açıklamalarından dolayı özeleştiri getirdiğini belirtiyordu. Erdoğan ise gerek o yıllarda gerekse de şimdi “hiç değişmediğini” söyleyerek karizmatik liderlik anlayışı oluşturdu; değişmeyen, hata yapmayan ve yeri geldiğinde hesap soran bir anlayış. Türkiye’nin siyasi tarihinde Mustafa Kemal’den beri gördüğümüz bu karizmatik liderlik anlayışı, Türkiye’nin iki adım ileri bir adım geri giden demokrasisinin de bir tür alameti oldu. Bunun aksine Gül, 2002 sonrası siyasi bir aktör olarak Türkiye’nin alışagelen siyaset anlayışının da dışına çıkmayı denedi. Çünkü Abdullah Gül; özeleştiri yapıyor, dinliyor ve yeri geldiğinde de alttan almaya çalışıyordu. Ayrıca bunun ötesinde Gül için, Türkiye’nin yapısal krizlerini çözmek ya da çözüm yolunda katkıda bulunmak, aktüel tartışmalarda ‘etkileyici sözler söylemekten’ ya da rakibinin sırtını yere getirmek için ‘fiyakalı sözler’ sarf etmekten daha önce geliyordu.
AK Parti iktidarı aldıktan ve ülkeyi yönetmeye başladıktan sonra Gül, partide bir tür sakin denge görevi gördü. Hükümet üyeleri ve partinin yönetim kurmayları için Abdullah Gül önemli karar alma süreçlerinde dönülüp gözlerine bakılacak kişiydi. Öyle ki, 1 Mart Tezkeresi’nin reddine karar verilen oylamada ‘Hayır’ oyu veren mecliste belirleyici güçlerden biri olduğu hep söylenedurdu. AK Parti’nin ikinci adamı olarak lanse edilen Gül, 10. Cumhurbaşkanı Sezer’in görev süresinin dolmasının ardından AK Parti’nin adayı olarak Tayyip Erdoğan tarafından meclisteki grup kürsüsünden takdim edildi. Gül’ün bu dönem Erdoğan tarafından aday olarak ilanı, bugün dahi AK Partililer nezdinde Erdoğan adına ‘fedakârlık’ yakıştırmalarıyla anılsa da esasen o dönem sembolik olan cumhurbaşkanlığı koltuğundan vazgeçerek, icracı başbakanlık yetkilerini ve partiyi başka bir isme bırakmaktan çekinen Erdoğan’ı daha iyi anlatıyordu. Gül’ün cumhurbaşkanı seçilememesi için 367 krizinin çıkarıldığı, ardından da TSK’nın muhtıra verdiği bir ortamda hükümet ülkeyi erken seçime götürmeye karar verdi. Ve AK Parti çok yüksek bir oy alarak milletvekili sayısını yükseltti. Seçmen, Abdullah Gül’ün seçilememesi için sistemi zora sokan siyasi aktörlere cevap vermişti. Seçimin ardından Erdoğan ve kurmayları, Abdullah Gül yerine başka bir aday üzerine düşünüyorlardı. Nedeniyse ordu ile karşı karşıya gelmemekti. Erdoğan, eşi başörtülü olmayan bir aday üzerine yoğunlaşsa da Gül bunu duyar duymaz karşı çıktı. Gül için mesele kendisinin cumhurbaşkanı koltuğuna oturmasından ziyade, bu meselede geri adım atmamaktı. Siyasetin ordu tarafından dizayn edilmesine, “balans” ayarı verilmesine ve insanların yaşam tarzları nedeniyle özgürlüklerinin engellenmesine tepki duyan Gül, cumhurbaşkanlığı adaylığından vazgeçmemişti. Bu kararında ısrarcı olan Gül Erdoğan ile karşı karşıya gelmekten de çekinmedi. ‘Kasımpaşalı delikanlı’ Erdoğan’ın karşısındaki bu tutumu Gül ve Erdoğan’ın olayları farklı ele alışlarını kanıtlar nitelikteydi. Halbuki hep Erdoğan’ın Kasımpaşalı olmasından ve hatta amiyane tabirle delikanlı olmasından bahsedilirdi. Nitekim 2007 senesinin 27 Nisan akşamında Türkiye kamuoyu elektronik bir muhtıra ile tanıştı. Bu e-muhtıra, sadece kamuoyu için değil siyasetin içindekiler için de tam olarak post-modernist dönemde olduğumuzu ilan eden bir şok niteliğindeydi. Elektronik muhtıranın nedenleri arasında birkaç sebep vardı ancak en önemlisi Abdullah Gül’ün olası cumhurbaşkanlığının önünü kesmekti. Zira Çankaya köşküne eşi başörtülü bir aday çıkmamalıydı. Ahmet Sever’in anılarında da anlattığı üzere aslında Abdullah Gül cumhurbaşkanlığı adaylığı konusunda çok da istekli değildi. Aksine kendisi Erdoğan’ın aday olmasını ve o olursa sonuna kadar da arkasında duracağını söylüyordu. (Gül, 2002 seçimlerinden sonra Erdoğan’ın yasaklı olması nedeniyle başbakan olmuş ve hükümeti yönetmişti. Erdoğan’ın Deniz Baykal’ın da onayıyla siyaset yasağının kaldırılması ve Siirt’te yenilenen bir seçimle milletvekili olmasıyla Gül daha bahsi bile geçmeden koltuğu Erdoğan’a devretmişti.)
Ahmet Sever Cengiz Çandar’ın Abdullah Gül ile ilgili bir saptamasını aktarıyordu kitabında:
“Bir gün Cengiz Çandar sohbetimiz sırasında bana şunları söyledi: ”Geçenlerde Amerikalı bir gazeteci bana Gül ile Erdoğan arasındaki farkı sordu. Ben de şöyle bir benzetme yaptım. Bir sokakta iki kişi kavga ediyorsa Erdoğan gider o kavgaya karışır, Gül ise, kavgayı görünce o sokağa girmez ve yolunu değiştirir dedim. ”Gül’e anlattığımda bu benzetmeye tepki gösterdi: ”Hayır. Ben kavgayı görünce sokak değiştirmem. O sokağa girerim ve kavgayı ayırmaya çalışırım. Cengiz’e bunu böyle söyle.”
Çandar’ın ve belki de daha birçok yorumcunun Erdoğan’ın sert karizmatik figürü üzerine hatalı çıkarımları oldu. Ahmet Sever’in aktardığı Çandar yorumu tam da böyle. Mesele hiçbir zaman kavgada taraf olma meselesi değil, mesele özellikle demokratik toplumlarda anlaşma yolunu bulmakta ve krizleri çözmekte. “Kavgacı” Erdoğan, Gül yerine başka bir aday düşündüğünde Abdullah Gül’ün geri adım atmaması da kavga etmek istemesinden değil, çatışmanın olduğu bir siyasi atmosfer yerine uzlaşılan bir ülke tasavvur etmesinden kaynaklanıyor
Cumhurbaşkanlığı Dönemi
Abdullah Gül, Çankaya Köşkü’ne çıkarak Türkiye’nin vesayetle olan mücadelesinde demokratik bir dönüşüm yaşanmasının önünü açmıştı ve sanıldığı gibi bu Erdoğan’ın “geri adım atmayan” veya “dik duran” tarzı sebebiyle olmamıştı, aksine Gül’ün Erdoğan’ın kendisini geri attırmak isteyen tavrına karşı durması sebebiyle olmuştu. Gezi Parkı eylemlerinde polis müdahalesine karşı oluşan kamuoyu tepkisi eylemlerin ülke çapında büyümesine yol açmıştı. Erdoğan sert açıklamalarıyla eylemleri kendisine karşı yapılmış bir “darbe” olarak gördüğünü gösterirken Gül eylemlerin çok kritik bir anında Gezi Parkı etrafındaki polis bariyerlerini kaldırılması ve güvenlik güçlerinin geri çekilmesi talimatını vererek ve de en önemlisi eylemlerin ardından “demokrasinin sadece sandık sonuçlarıyla ilgili olmadığının” altını çizerek Erdoğan ile görev süresi boyunca kamuoyu önünde en net görüş ayrılığını yaşadı. Başka kritik süreçlerde de farklı düşüncelere sahip olduğu basına yansısa da bu durumlar hep kulis haber olarak kaldı. Abdullah Gül, Türkiye toplumunu kutuplaştıran gündemler yerine demokratik bir toplum tahayyülünde birleştirmeyi denedi. Kendisini Erdoğan’dan ayıran önemli noktalardan bir tanesi buydu. Ancak Gül tam da tahayyül ettiği Türkiye için siyaseten önde olmak yerine geriye çekildi. Bürokrasinin içindeki bir figür gibi davranarak önemli dönemeçlerde kendisinden beklenen sorumluluğu almadı. Gül, sakin ve dengeci sıfatlarıyla tanımlayacağımız siyasi karakterine kendisini fazlasıyla hapsetti. Ve bu da onun siyasetten tedrici bir şekilde uzaklaştırılmasında kolaylaştırıcı bir rol oynadı. Özellikle cumhurbaşkanı olduktan sonra, siyasetin dışında kalan ve kamuoyunda halktan kopuk bir figür haline gelen Gül, geldiği geleneğin tabanında kendisine karşı olumsuz düşüncelerin oluşmasına karşılık defansif bir siyaset dili kuramadı.
Abdullah Gül, cumhurbaşkanlığı biterken kendisinin partinin başına geçeceğini ümit eden, bekleyenlerin varlığına rağmen ısrarla net bir şekilde siyasete geri döneceğini belirten bir açıklama yapmadı bu da siyaseten geriletilmesini isteyen AK Parti içi kliklerin elini güçlendirdi. Üstelik, zamanında kendisinin seçilememesi için didinen CHP, Gül’ün yeniden Cumhurbaşkanı olabileceğini dahi dile getirmişti. Önce Gül’ün bir daha aday olamaması için yasada değişiklik yapılmaya çalışıldı ardından da Gül’ün partinin başına geçmesinin önünü almak için AK Parti kongresinin tarihi değiştirildi. Abdullah Gül, kendisini siyasetin dışına iten bu girişimler karşısında da doğrudan ve açıktan kamuoyu önünde bu tavrı eleştiren bir meydan okumaya girişmedi. Kendisi buna tenezzül etmemek diyecekse de aslında geçmişe oranla risk almaktan da kaçınmıştı.
Erdoğan’ı Cumhurbaşkanı, Gül’ü ‘emekli siyasetçi’ haline getiren 2014 sonrası süreçte Gül siyaset üstü bir yerde konumlanmayı tercih etti ve Gül’ün bu tercihi kendisini ekarte etmeye çalışan eski yol arkadaşları tarafından da kabul gördü. 2016 senesinde Kayseri’de Erdoğan tarafından açılışı gerçekleştirilen Abdullah Gül müzesi, Gül’ü siyaset dışı bırakmanın en sembolik göstergelerindendi.
Erdoğan belki de Gül’ün kendi daveti üzerine Gül’ü ‘zarifçe’ siyaset dışı bırakıyor, daha da ötesinde Erdoğan tarafından sembolik olarak öldürülüyordu.
Ortak adaylık tartışmaları ve bugün Gül
2017 yılında Halk Oylaması neticesinde getirilen Cumhurbaşkanlığı Hükumet Sistemi, şüphesiz ki Abdullah Gül’ün yıllardır savunduğu parlamenter sistemi kaldırıyordu. Bununla birlikte, yeni sistemde %50+1’i arayan muhalefet partilerinin liderleri için akla gelen ilk aday olmuştu. Baskın seçime yakalanan muhalefetin kendi içerisindeki eş güdümü doğru kuramamaları neticesinde, Akşener’in adaylık arzusu ve CHP içerisindeki önemli bir kliğin ‘mazi’ takıntısı sebebiyle Gül’ün ortak adaylık ihtimali ‘rafa kalktı’. Çoğu yazar-çizer o dönemlerde Gül’ün çalışma ofisine bir akşam vakti helikopterle inen Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar ve Cumhurbaşkanlığı Sözcüsü İbrahim Kalın’ın, Abdullah Gül ile görüşmesinin kendisinin adaylığını engellediğini belirtmişti. Gül’ün adaylığının, her ne kadar bu sebeple değil, muhalefetin mutabakata varamayışı üzerinden yorumlanması gerekse de bu önemli olayı Gül’ün büyük bir siyasal destek yakalamaya dönük bir fırsat olarak kullanamadığını da ifade etmekte yarar var. Gül’ün bahçesine inen helikopterle gelen Akar ve Kalın’ın kendisine yaptığı ‘ziyareti’, muhalefetin kendi adaylığı üzerindeki çelişkileri gidermek adına kullanamayışı kaçırılmış bir fırsat olarak değerlendirilebilir.
Türkiye’nin son yıllarına bir şekilde damgasını vurmuş önemli bir siyasetçi olan Abdullah Gül’ün bugün sesi çok duyulmuyor. Çoğunlukla da bu sessizliği birtakım spekülasyonlara yol açıyor. Gül’ün bundan böyle Türkiye’de 2018 Haziran seçimlerine benzer şekilde ortak adaylığından bahsetmek oldukça zayıf bir ihtimal ve bu sebeple de aktüel tartışmaların daimî öznesi olarak kendisini görme isteği de anlamsız. Bununla beraber güncel siyasal polemiklere girmeden sahada daha görünür şekilde muhalefet yapmasının hem kendisine hem de Türkiye’ye daha iyi geleceğinin altını çizmekte yarar var. Gül’ün kuruluş anından itibaren AK Parti’yi Türkiye demokrasisini ilerleten ve Türkiye’nin yapısal krizlerini çözmeye adayacak bir çatı olarak tasavvur etmesi, bu nedenle de birleştirici bir siyaset dilinin kendine has bir olgu değil partiye has bir özellik olması gerektiği konusundaki sözleri hatırlanıyor. Gül’ün bu misyonla AK Parti’ye kazandırdığı Ali Babacan, Ahmet Davutoğlu gibi önemli isimlerin de AK Parti’den ayrılma gerekçelerinin partinin kuruluş misyonundan uzaklaşma olduğunu belirtmeleri bugün 2018 Cumhurbaşkanlığı seçimleri öncesine nazaran AK Partili seçmenler nezdinde de Gül’ün anlaşılmasını kolaylaştırabilir.
Hülasa Gül, Türkiye siyasetinde çeşitli zamanlarda önemli sorumluluklar aldı bu sorumlulukları aldığı her dönemde değişimler yaşandı/yaşadı. Bu sorumluluklar birtakım riskleri de barındırdı. Gül’ün yaşadığı değişim; aldığı ve almaktan kaçındığı riskler ve kaçırdığı fırsatlar kendisi kadar siyasetin de geleceğini etkiliyor. Önümüzdeki dönemde Gül’ün Türkiye siyasetinde nasıl bir rol üstleneceği, önüne nasıl fırsatlar çıkacağı kadar Gül’ün bundan böyle nasıl bir tutum sergileyeceği de önemli olacak.