Türkiye’de hükümet, seçimlerle sistem içi partiler arasında el değiştiriyordu. Fakat kurumsal ve sosyolojik iktidar aynı kalıyordu.
2002 ile başlayan süreç ise çok farklı oldu. Bunu daha iyi anlamak için Türkiye’de rejimin işleyişine bakmak gerekir. Türkiye doğrudan çıplak bir askeri diktatörlükle yönetilebilmesi mümkün olmayan bir ülkeydi. Temsili kurumların aradan kaldırıldığı, toplumun taleplerini yansıtma kanallarının imha edildiği boğucu restorasyon girişimleri, meşruiyetlerini sadece kaostan değil, aynı zamanda “geçicilik/ onarımcılık” taahhütlerinden alıyorlardı. İşlerliğini yitirmiş siyaset alanı, onu “istismar eden” sivil aktörlerden ve “kurumsal zaaflar”dan arındırılıp yeniden topluma iade edilecekti! Böylelikle ordu iktidar hiyerarşisinin tepe noktasındaki konumunun kurumsal güvencelerini yaratarak toplumun görüş ufkundan uzaklaşacak; araya ikincil iktidar sahasının aktörlerinin yer aldığı parlamenter işleyiş yerleşecekti.
Türkiye’nin ürettiği bu özgün yapı tarihsel nedenlere dayanıyordu ve iktidar hiyerarşisini garanti eden basit bir oyun değildi. İktidarın paylaşılması mecburiyetinden kaynaklanıyordu. Ordunun yönetme yeteneğinin sürdürülebilir olmasının, bir sivil siyasi merkezin de varlığını gerektirdiğine işaret ediyordu. Bir bakıma sistemin gücü, aynı zamanda onun zaafını da oluşturuyordu. Zira, bu “ikili iktidar” sisteminin topluma açık kısmı, denetim dışı bir iradenin oluşmasına da ihtimal tanıyordu.
Nitekim 2002 ile başlayan süreç, bu “yıkıcı” ihtimalin vücut bulduğu bir süreç oldu. Önce, ikili iktidar sisteminin sigortası olarak iş gören “sivil siyasi merkez” çöktü. Merkez partiler Türkiye’yi yönetemez duruma düştüler; temsil yeteneklerini hızla yitirdiler ve sistem dışında tutulan sosyolojinin önünde geniş bir sivil siyaset alanı açıldı. Ağırlıklı olarak Anadolu kentlerinde ve metropollerin kalabalık varoşlarında yaşayan bu sosyoloji, çöken sivil merkezin partilerinden çok daha organik; çok daha içeriden bir siyasi temsil üretti. Şimdi artık sadece hükümetin değil iktidarın da değişme zamanı gelmişti.
Bu, yeni bir siyasi merkezin inşası anlamına geliyordu.
“Merkez” kavramı, sistemi tanımayan radikal yıkıcı dinamiklerin dışında kalan alanı ifade ediyor. Tanımın doğası gereği, sistemin ayakta kalması bu alanın gücüyle ilişkilidir.
Siyasi merkez kavramının iki unsura dayandığını söyleyebiliriz: Birincisi; toplumsal çoğunluğu temsil yeteneği olmalı. İkincisi; temsil etmediği kesimlerce icraatı benimsenmese de yönetme hakkı meşru sayılmalı. Bu iki unsurdan birisinin eksikliği oranında siyasi merkezin varoluşsal bir kriz yaşadığını ve sistemin istikrarının tehdit altında olduğunu düşünebiliriz.
2002’den bu yana zamana yayılmış; açık örtük çatışmalarla örülü, yeni bir merkez inşası çabasına tanık ve taraf oluyoruz. Bu, iktidarın sosyolojik düzeyde el değiştirmesi anlamında, eski toplumsal, ideolojik, ekonomik hiyerarşilerin aşılmaya çalışıldığı çok köklü bir sarsıntı. O nedenle de yeni bir siyasi merkez inşasında karşılaşılan engeller daha önce tecrübe etmediğimiz nitelik ve derinlikte.
Yükselen sosyolojinin AKP taşıyıcılığında yürüttüğü yeni merkez inşası, toplumsal çoğunluğun temsili konusunda başarısını süreç boyunca tırmandırdı. Fakat bunu, muhaliflerin nezdinde kazanmaya ihtiyaç duyduğu yönetme hakkı meşruiyeti konusunda bedel ödeyerek gerçekleştirdi.
Bunun neden böyle olduğunu soruşturmaya yöneldiğimizde, siyasal pozisyonlara göre değişen iki karşıt popüler cevapla karşılaşıyoruz.
Birincisi; sorunu, değişimin devrimci karakterinin doğası gereği kaybeden güçlerin gösterdiği aşırı direnç ve hazımsızlıkla açıklayan cevap. Buna göre, ayrıcalıkları ellerinden alınan kesimlerin böyle bir süreci meşru bulmaları ve yönetme hakkı tanımalarına, ne içinde yoğruldukları ideolojik dünyaları ne psikolojileri ve ne de somut çıkarları izin verir. Her yönden saldırırlar ve değişime “yönetilme meşruiyeti” tanımazlar. Eski rejim aktörlerinin kural tanımaz saldırganlığı karşısında, değişimi yönetenler açmazla karşı karşıyadırlar. Ya dayandığı sosyolojiyi tatmin edici, o kimliğin duyarlılıklarına seslenici, özgüven aşılayıcı ve muhalefetin saldırılarına karşı sert konsolidasyoncu siyasetlerle çoğunluğu elde tutmaya çalışacak ve bunu yaptıkları için de temsil etmedikleri kesimlerden daha da uzaklaşacaklardır. Ya da yönetme hakkı meşruiyetinin peşinde koşarken tavizler verip kendi sosyolojik çoğunluklarını kaybedeceklerdir. Üstelik iktidardan vazgeçmedikçe hangi tavizi verirlerse versinler ayrıcalıklarını kaybetmiş kesimlerden yönetme hakkı meşruiyetini zaten alamayacakladır… Çünkü eski aktörler kısmi tavizlerin değil, kaybettikleri iktidarı geri almanın, değişimcileri her yoldan etkisizleştirmenin peşindedirler.
Kısacası bu cevap, yeni siyasi merkezin inşasında sosyolojik çoğunluğu temsil unsurunu haklı olarak öncelikli ve yaşamsal bulan ve muhalif kesimler gözünde yönetme hakkı meşruiyeti eksikliğini kaçınılmaz ve zamanla halledilecek bir sonuç olarak tanımlayan bakışı yansıtıyor.
İkinci cevap ise bildiğimiz gibi, iktidar politikalarını tümüyle haksız buluyor. Onu, kaybettiği ayrıcalıklar yüzünden değil; sosyolojik çoğunluk üzerinden tüm topluma tahakküm kurma yönelimi nedeniyle meşru bulmadığını iddia ediyor. Aslında kaybeden sınıfların kucaklayıcı politikalara açık olduğunu; değişimi hazmedebileceğini ima ediyor.
Benim, ikinci tezin çok önyargılı, hakkaniyetsiz, propagandif amaçlara dayalı; sonuçta da yıkıcı stratejinin enstrümanı niteliğinde olduğunu düşündüğüm bir sır değil. Fakat birinci tezin “kaçınılmazlık” teorisine de katılmıyorum. Bu bakış 13 yıldır yaşadıklarımızla büyük ölçüde uyumlu, gerçekçi bir çerçeveye dayanıyor olsa da; zorunlu saydığı tavırların aslında birçok seçenek içinde bir tercihi ifade ettiğini, siyasetin sayısız nüansları olabileceğini ihmal ediyor.
Kaybedenlerden yönetme hakkı meşruiyetinin alınması konusunda ciddi hatalar yapıldığını düşünüyorum. Bu kesimlerin psikolojisinin doğru okunamadığına; yatıştırıcı siyasetlerden uzak durmanın bir zorunluluk olmadığına; kimlik vurgularının ve kutuplaştırıcı dilin hasarlara yol açtığına; Gezi’ye hazırlıksız yakalanıldığına ve krizin yönetiminde ağır yanlışlar yapıldığına inanıyorum. Son derece kritik bir darbe girişimini ifade ettiği açık olmakla birlikte “yolsuzluk iddialarıyla” ilgili siyasetin tek boyutlu yürütüldüğünü; iktidarın üzerine “örtmecilik” gölgesi düştüğünü düşünüyorum. Kürt siyasetinde çatışma kollayan güçlerin işini kolaylaştırıcı hatalara düşüldüğü kanısındayım. Bütün bunlar üzerine çokça da yazdım. Fakat son tahlilde, değişimin sürmesi ve bizi çatışmalardan koruyacak yeni bir siyasi merkezin inşası için AKP iktidarının ayakta kalmasının yaşamsal önemde olduğuna inandım ve “yıkalım”cı asla olmadım. Yıkıcı stratejiyle mücadele edilmesi gerekiyordu. Zaten zurnanın zırt dediği yer de burasıydı ve bugün de aynı yerdeyim.
Fakat artık asıl tartışılmasının daha yararlı olacağına inandığım konu şu: Türkiye’de yeni siyasi merkez oluşumunda iktidar ve muhalefetin topluma vadettikleri gelecek nedir? Nasıl bir siyaset yürütülmelidir? Bu merkezin sosyolojik özneleri kimler olabilir?
Özetle, geçmişten çok yarına dair tartışmalıyız kanısındayım.
Artık ikili iktidara dayalı eski vesayet sistemine dönüş imkânı yok. İnce, keskin bir yolda yürüyoruz. Ya yeni bir siyasi merkez oluşturup değişimi normalleştireceğiz. Ya da radikal merkezkaç dinamiklerin etkisiyle, şiddetin egemen olduğu kaotik bir geleceğe doğru yol alacağız.
O zaman da geriye kimse için tartışılacak bir şey kalmaz.
Sabırla okuyanlar için buradan devam etmek niyetiyle…