Türkiye’de siyasi pozisyonları ve eğilimleri ne olursa olsun toplumsal bir grup olarak muhafazakarlar, toplumun %50’lik kesimini oluşturmakta. Bugün geldiğimiz noktada muhafazakar toplumsal kesimleri gözardı ederek geliştirilecek bir demokratik restorasyon anlatısının gerçekliğinin olmadığı görüldü. Bu açıdan gerek kurumsal muhalefetin gerek de toplumsal muhalefetin karşısında “bir sosyolojik grup olarak muhafazakarlar” gerçeği apaçık duruyor. Fakat ilginçtir ki Erdoğan sonrası dönemin başat aktörü rolüne soyunan bazı gruplar ve kamusal aydınlar, konu muhafazakarlar olduğu zaman dışlayıcı bir retoriği dolaşıma sokma hususunda oldukça istekliler. Aktörlerin birbirlerine aynı göz hizasından baktığı bir çoğulcu zemin olmadan gerçekten de uzun vadeli bir demokratik restorasyon sürecine kapı aralayabilecek miyiz? Ahlaki bir üstencilikle muhafazakar kesimlerden her defasında günah çıkarmalarının beklendiği bir retoriği teşvik etmek, gerçekten de ortaklıklara dayalı bir kamusallığın inşası için samimi bir atmosfer yaratabilecek mi? Hiç sanmıyorum…
İnsanların adeta sanık sandalyesine oturtulmaya çalışıldığı bir itiraf ve hesap verme seansı talep etmek, karşılıklılığa ve ortaklığa dayalı bir arınma sürecinin bir parçası olabilir mi?
Evvela şu anlaşılmalı: Bütün kimliksel çeşitliliklerimizle beraber aynı siyasal cemaati paylaşan eşit yurttaşlar olmamız hasebiyle ortaklıklarımızın vurgulandığı bir siyasal tasavvura kapı aralamak Türkiye’de karşılıklılığa dayalı bir kamusallığın inşası için hayati önem arz etmekte. Peki ama bu atmosferin yaratımı birbirimize güvenmeden, özellikle Türkiye’nin neredeyse yarısını oluşturan muhafazakar kesimlere güvenmeden nasıl olacak?
Her konuda özcülük eleştirisi yapanlar, kesişimselliklerin ve toplumsal gruplar arasındaki değişimlerin önemini vurgulayanlar konu muhafazakar kesimler olduğu zaman radikal bir özcülükle hareket ederek muhafazakarların demokratik dönüşüm sürecinin bir parçası olamayacağına inanıyor. Artık post-Erdoğan düzenin muhafazakâr kitleleri temsil edecek bir bileşen olmadan uzun vadede muvaffak olamayacağı apaçık ortada. Bu gerçeği görmeksizin dışlayıcı ve şüpheci bir anlatı inşa etmek, kimlik temelli ayrışmaları tetikleyerek demokratik gelecek tahayyülümüzü hayli zedeliyor.
“Endişeli Muhafazakarlar” olarak kodlanan kentli muhafazakar kitleler, bugün gelinen noktada Erdoğan idaresinin yeni Sünnî-Türk üstünlükçülüğüne de eski vesayete karşı da muhaliftir. Bu kitleler başta sivil ve siyasal özgürlükler olmak üzere; bireysel haklar, hukuki eşitlik, çoğulculuk ve adalet gibi açık bir toplumu niteleyen demokratik değerleri içselleştirmiş bir kentli kitle olarak karşımızda durmaktadırlar. Muhalefet koalisyonunun bir parçası olmak isteyen, farklı muhalif toplumsal gruplarla benzer endişeleri taşıyan bu kitleler; toplumsal muhalefet içerisindeki birçok grup gibi “demokratik efor” sarf etmekte.
Gerçekten anayasallığa dayalı bir demokratik dönüşüm süreci yaşanacaksa, muhafazakar kitlelerin süreçteki varlığı kabul edilmeli, homojen bir bütünlüğe sahip kolektif bir özne olarak bu kitleleler değerlendirilmemeli ve de neo-kemalist tahayyülere dayalı bir mutabakat zemininde ısrarcı olunmamalı. Ne tezattır ki yeni dönemin ana akım merkezi ideolojisini atatürkçülük üzerinden farklı toplumsal kesimlere dayatanlar, hayli dışlayıcı bir tabiata sahip bu projeyi farklı kültürel kimlikleri “kapsayacak” bir “makul merkez” olarak sivil topluma sunanlar; muhafazakar kesimler konusunda oldukça şüpheci bir tavır içerisinde olmayı ihmal etmiyorlar.
Dokusunu Türk ulusal kimliği anlatısından devşiren ve “sivilleşen” atatürkçülüğü muhalefet koalisyonunun (ve toplumun) ana ivmelendirici unsuru olarak okuyan bir post-Erdoğan anlayışın, demokratik bir sosyo-politik ideali karşılaması nasıl mümkün olabilir? Farklı toplumsal kesimlere değer-yüksüz bir devlet tarafsızlığına dayalı “örtüşen konsensüs” (overlapping consensus) vaadinde bulunanlar, siyasal rejimin temellerini neo-kemalist anlatıya dayandırmak suretiyle bunu nasıl hayata geçirebilecek? Hepimizin “sözde” üzerinde mutabık olduğu çerçeve değerlerin ve siyasal rejimin dayanak noktasının böylesi bir anlayış üzerine inşa edilmesi gerektiğini vurgulayanlar, “nötrlük” iddialarını nasıl gerekçelendirebilecek?
Böylesine sekter bir neo-Kemalist restorasyon vizyonunu Türkiye’ye sunanlar, bırakın muhafazakar demokratları, liberal, milliyetçi ve sol demokrat kesimlerin dahil bünyesinde mutabık olacağı bir projeyi gündeme getirmemekteler. Bu hususta açık konuşmakta, sanıyorum ki, fayda var: atatürkçülüğün neo-kemalist formunu yeni dönemin merkezine koyan bir hikaye, demokratik bir tasavvurdan uzaktır; hatta dışlayıcılık ve “hikmeti hükümetçilik” açısından AKP’nin siyasal tasavvuruna oldukça yakındır
Siyasi ve toplumsal meselelerin organikliğini gözardı ederek toplumu dışlayıcı radikal soyutlamalar veyahut genel geçer tasarılarla yeniden inşa etmeye teşebbüs eden bu türden bir siyaset anlayışı, başta muhafazakarlar olmak üzere başka birçok toplumsal grubu rahatsız edecektir. Sanıyorum ki önümüzdeki süreçte bütün farklılıklarımıza ve çeşitliliklerimize rağmen ortak bir kamusallığın inşası, farklı ahlaki standartları ve değerler çoğulculuğunu asgari düzeyde kapsayacak esnek (belki de gevşek) bir demokratik vizyona bağlı olacak. Görünen o ki bu vizyon, muhafazakarların ve sekülerlerin eşit bir düzlemde hakkaniyete uygun olarak temsil edildiği bir bağlamda vuku bulmadığı ölçüde işe yaramayacaktır. Yukarıdaki tartışmalar ışığında sanıyorum ki kültürel çeşitliliğin yanı sıra doktriner çeşitliliklerinden de gevşek bir düzlemde temsil edildiği çoğulcu bir bağlam, sürece demokratik rengini verecek başat unsurlardan olacaktır.