Amerikalı Terry Wallis, 20 yaşında. Bir yıllık eşi Sandy (Sandra), 16 yaşında kızları Amber’i doğuruyor. Terry kızının doğumundan altı hafta sonra, 1984’de, kamyonetiyle köprüden uçuyor. Bulduklarında hareketsiz, tepkisiz. Ağır kafa travmasıyla komada getiriliyor hastaneye… Yatış o yatış. Tam 19 yıl bir tür bitkisel hayat.
Ancak 2003’de, 19 yıl sonra aniden uyanıyor, konuşmaya başlıyor! Yanına gelen yaşlı kadını görünce “Anne” diyor, ikinci kelimesi “Pepsi”, bir süre sonra da “Süt”… “PepsiCo” bu fırsata zıplamış mıdır bilmiyorum ama zamanla daha önemsiz, gereksiz kelimeleri de geri geliyor.
Onca yıl yattığı için bozulan bedensel işlevlerinin yarattığı engelli hâlinin üzerine önemli bir sorunu daha var: “Kendisini hâlâ 20 yaşında sanıyor.” O anda, o kamyonette durmuş, donmuş zaman. Zihnindeki hayat, insanlar filan da o “derin uyku”ya daldığı tarihte kalmış.
Clinton, W. Bush başkan, Lionel Richie dede olmuş, ölüp gidenleri hiç sorma… Sinemaları, ekranları Matrixler, Lord of the Ringsler doldurmuş, televizyonlar iri cüssesinden, tüplü ekranından kurtulmuş, evine bilgisayar-internet yerleşmiş.
Arkansas’ta Ozark Dağları’nda yaşayan Wallis’in uyum sorununu en az hissettiği yer ise şehri, mahallesi… Ağaçlar kesilip, köprülü kavşaklar, kelimenin deyim anlamıyla (da) “alt-üst” geçitler filan yapılıp oraya gökdelenler, saraylar, yazlıklar, kasrlar falan dikilmemiş mesela.
Okulu, ağaçları-evleri, bildik adlarıyla sokağı-caddeleri, tarihi yapıları, simge binaları, tiyatrosu, sineması, yani hafıza mekânları yerli yerinde…
Terry Wallis Ankaralı olsaydı…
Dolar paritesi benzer seyirde, benzinin galon fiyatı filan bıraktığı gibi, hatta enflasyon komaya girdiği 1984 yılına oranla 2 puan düşmüş, yüzde 2.3… Çocukluğunun pembe domuzcuk kumbarasındaki “cent”leriyle Pepsi’sini aynı fiyattan alabiliyor. Şehrindeki hayatı, yöresinin ünlü Ozark stili Flatfoot dansı gibi yerinden kımıldamadan, durduğun yerde yürüme figürlerini andırıyor sanki.
Peki ya Terry Wallis Ankaralı olsaydı… Mesela 1994’de o “derin uyku”ya dalıp, 2013’de uyansaydı… Öncelikle sokağını bulamazdı; ismi, numarası, silueti, hatta trafikteki yönleri toptan değişmiş. Hiç tanımadığı şahsiyetlerin ismi, sokak-cadde adı olmuş. Yeni baştan formatlama gerektiren bu karmaşayı kaydedemiyor zihinsel navigasyonu, hafızası…
Sokak-cadde isimlerinde öyle bir “ikinci yeni dalga” başlamış ki, tabelalara bakınca dalga geçiyorlar sanıyor. Hastanede gelişme gösteren konuşma bozukluğu, “Banga Bandhu Şeyh Mucibur Rahman Bulvarı”na geldiğinde lâl ediyor onu. Oysa “keşkekçinin keşkeklenmiş keşkek kepçesi” tekerlemesini takılmadan söyleyebiliyor hâlâ.
Hafıza-i beşer mekânla da malüldür
Evini bulması bile sürpriz. Bahçelievler’e adını veren “küçük evler” toptan gitmiş, yerine apartmanlar/abartmanlar gelmiş. Gökdelenli yeni semtler, tostoplu konutlar, stüdyo daireler oluşmuş çevresinde… O uzun yatışta yapısı bozulan boynu, boyunluğu yüksekteki katlara bakmasına izin vermiyor zaten.
“Kentsel dönüşüm”ün ulusal uyarlaması “taşrasal” olduğu için apartmanlar da bir tuhaf desenli. Çini, kilim, az Türk-az Osmanlı desenlerinin üzerine bildiğin balkonu yok ederek parmaklanan “Fransız balkon”lar. Sokak-caddelerin yanında, apartman adlarında da farklı akımlar var. Sakız Hanım Sokağı’nın adı Zemzem, Günışığı Sokak Medrese, Gündönümü Sokak Müderris olmuş. Mahkeme kararıyla -hayret- düzeltiyorlar sonradan…
Bakkalı, kasabı, manavı, semt esnafını hiç arama… Alışveriş de bir muamma. O süreçte paradan altı sıfır atılmış, çevresindeki herkes eski-yeni şablonlarla karışık bir “TL yahut YTL dili”nden konuşuyor. Kimi 15 bin liraya bir paket sigara aldığını söylüyor, kimi 15 bin liraya aldığı motosikletle övünüyor. Kumbarasındaki paraları da unutmadan yenisiyle değiştirmesi gerek, yoksa tedavülden kalkacak.
Mizahla gerçeği karıştırma sendromu
Şehri baştan aşağı başka şehir… Şehrin bildik amblemi desen, o zorlu Birinci Ankara Muharebesi’yle kaldırılan Hitit Güneşi yerine o gün sokaklarda karşısına hangisi denk geldiyse. Camili, minareli, yıldızlı ve “Dengeli olsun diye bir sağdan, bir soldan astık…” misali “Atakuleli”lisi mi olur… Onun asılması yıllarca süren hukuk mücadelesiyle defalarca yasaklanınca, yerine gelen pala bıyıklı, şaşı Ankara Kedilisi mi…
İkinci amblemin, bir ara dolmuş-minibüslere yapıştırılan “kedi gözü” sanatkârından aparıldığını duyuyor. Zaten heykellerde, şehir mobilyalarında, süs ve bezemelerde de yeni bir sanat/zanaat cereyanı var. “Sanat sanat içindir” de, “Sanat toplum içindir” de demode olmuş, yerine “Sanat şahsım içindir” demontelenmiş. Takılmaya hazır yani…
“Yeni kara mizah” akımını anlaması da zor. Haberleri, televizyonlardaki yorumcuları izlediğinde yerli-yersiz durmadan gülüyor… Gerçeği mizah, mizahı gerçek sanıyor. Ailesi kahkaha krizlerinden endişelenip doktoruna götürüyor hemen. Ama doktoru, “O sendrom hepimizde oluştu, merak etmeyin” diyor ve her şeye gülen Wallis’e ekran terapisi öneriyor: “TV haberleri yerine “Zaytung”u takip et…”
Meydana çıkacak da meydan yok
Ankara’nın beş girişinde artık Osmanlı mıdır, Selçuklu mudur, Nasreddin Hoca’nın her yeri açık ama önü kapılı türbesinden mi esinlenilmiştir… Tavlada “kapı almak” gibilerinden bir “keh keh” midir… Bir garip beş kapı. Bu arada meydanlardaki bazı heykeller yok, depolara atılmış. Zaten Tandoğan’dan Kızılay’a, oradan Zafer, Sıhhiye’ye, Gar’dan Opera’ya meydanlar da yok! Ankara o sayede yine Avrupa’da, hatta dünyada biricik: “Meydanı olmayan tek Başkent!”
Çukurambar yapışık nizam gökdelenler diyarı, Kızılay’daki koca Güvenpark otobüs-minibüs ambarı… Bahçelievler 7. Cadde girişinde, Eskişehir Yolu’nun tam ortasına yapılan ve öyle abuk bir yerde kimse işyeri kiralamayacağı için hayalet kasaba gibi duran “Gökkuşağı dükkanları”… Aynı yolun ilerisinde iskeletiyle Mad Max abidesi gibi duran, sonradan sökülen “Demir Kafes”.
Her yere dikilen, yürüyen merdiveni, asansörü çalışmayan yahut olmayan üst geçitlerle Wallis’in tekerlekli iskemlesinin yolu zaten tıkalı… Üst geçitlerin bazısı terk edilmiş, artık “Behzat Ç. Bir Ankara Polisiyesi” dizisinin repliği: “Üstgeçidi kullanan zaten bir kişi vardı, onu da öldürmüşler… Bu kadar ıssız geçitte adam kessen kimsenin ruhu duymaz tabii.”
Hafıza mekânlarını yitiren hafıza
Köprülü kavşaklar, battı-çıktı alt geçitler, 25-30 santimetreye daraltılan kaldırımlar zaten Wallis’e, engellilere yasak… Uzatmayayım, komaya girmeden önce hafızasına kaydettiği hiçbir şey yerli yerinde değil. En çarpıcı kent hafızası üçgeniyle Gençlik Parkı kökten değişmiş, o yıl üzerinde koca bir saray-külliye inşaatı olan AOÇ, Hayvanat Bahçesi yok mesela…
Bir de şehrin belediye başkanından daha önce alışık olmadığı vaatler duyuyor her gün. Hipersonik vaatler… Gerçek mi duydukları, yoksa hâlâ o derin uykusundaki kâbuslar, halüsinasyonlar mı ayırt edemiyor. Dur durak bilmeyen gülme krizi ardından gözyaşlarıyla berdevam. “Hıdırlıktepe’nin üstüne muhteşem, turistik bir otel yaptıracağız. Otelin üstüne de Airbus uçaklarının en büyüğünün maketini koyacağız, orası da restoran olacak” vaadi mesela.
O yıllarda Ankara’nın tekin olmayan semtlerinden Hıdırlıktepe’ye turistler neden gelsin diye düşünüyor: “Herhalde ‘canlı kapkaç deneyimi’ yaşama tutkusuyla gelirler. Adrenalin Turizmi…” İsabet ki o da suya yazılı vaatler listesinde kalıyor.
Büyük Türkiye’nin özgün aritmetiği
“Ankara Kalesi’ne 180 metre yüksekliğinde dünyanın en büyük bayrak direğini, Gölbaşı’na Avrupa’nın en büyük fıskiyesini dikeceğiz” vaadi de sırada. Vaatler yelpazesinin ana fikri, “Dünyanın, olmadı Avrupa’nın en büyük bir şeyini” dikmek, yapmak. Vaatlerin itici hırsı, en büyük tema park, en büyük fıskiye, en büyük direk, en büyük uçak maketi…
Eh, alt alta ya da üst üste toplayınca, işte “Büyük Türkiye”… Ekonomik-sosyal gelişmişlik endekslerinde, dış güçlerin demokrasi gibi belirsiz-gereksiz kriterlerinde küme düşünce… Hedefinin en son Yeni Zelanda’da dünyanın en büyük patatesinin bulunduğunu duyuran Guinness Rekorları olması normal.
Ama o mevzuda rekor kırmak da zor. Zira Türkiye’nin en çok patatesini üreten, patatesin başkenti Niğde’ye Mısır’dan ithal edilen on binlerce ton patatesin geldiğini öğreniyor, haberlerden… Hafızasındaki, damağındaki hamburger-patates ikilisi de ithal etle kayboluyor.
“Ya tutarsa…” fıkrasının trajedisi
Vaatler bitmiyor. Şehrin girişinde de dev semazen heykeli dönüp, duracak cak cak. Semazenin eteklerinde yurdumuzun muhtelif yörelerindeki kebap çeşitlerini yapan kebapçılar açılacak… Semazen döndükçe insanlar da döne döne döner kebap yiyecek. Restorandan çıkarken başı dönüyor, bayılacak gibi oluyor, doktoru “Döner tuttu seni herhalde” diyor.
Bir başka köşede dev bir “eşeğine ters binmiş Nasrettin Hoca” heykeli olacak. Gerçekleşse ve gülmekten bayılmazlarsa, asansörle eşeğin ayağından hocanın sarığına kadar çıkabilecekler. Belki yukarıda o vizyona, “hoca”lığa uygun birisi “Ya tutarsa…”, “Parayı veren düdüğü çalar” fıkralarını filan anlatacak. Hepsinin vaatte kalmasına ailecek seviniyorlar.
(Yukarıdaki ilk fotoğraf Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin 1979’da Metin Yurdanur’a yaptırdığı “Miras” heykelindeki “ters” Nasrettin Hoca figürü… Gar’ın bahçesinde duruyor ama önündeki meydan gitmiş. İkincisiyse Afyonkarahisar karayolundaki “heykelde yeni akım”a uygun bir Nasrettin Hoca heykeli. “Ya tutarsa…”yı figüre ediyor ama tutması göle maya çalmaktan zor ve mânâsı fıkrasından da komik.)
Popülasyon Genetiği’nin esnekliği
Ankaralı Terry Wallis dayanamıyor bu değişime… Doktorları nedenini tam açıklayamasa da “yeni anıları saklama yeteneği”ni kaybettiğini, hızla amneziye savrulduğunu söylüyor. Uzun süre kendini hâlâ komaya girdiği 20 yaşında zanneden Wallis, 40 yaşında birden ihtiyarlamaya başlıyor.
Uyandığında hızla iyiye giden sağlığı, psikolojisi, konuşması her gün gerilemeye başlıyor. Ani korkuları, paranoyaları var. Hastaneye giderken her yerde farklı türlerde dinozorlar görüyor. “Anneeee!” diye bağırıyor, “Pepsi” diyor, “Süt” diyor, yeniden.
Doktoru da şaşırıyor, anlam veremiyor bu duruma… Sorunu umutsuzca Popülasyon Genetiği’nde aramaya başlıyor sonra. Zira o memlekette yaşayanların hafızası, algısı lastik gibi esnek; her gün gelen şok dalgalarıyla çekince uzuyor, alanı genişliyor. Ertesi gün lastiği bırakınca şak diye kısalıyor, eski boyuna posuna, kapasitesine dönüyor. Tam araştırmasının ortasında Popülasyon Genetiği’nin Evrim teorisiyle birlikte müfredattan kaldırıldığını öğreniyor.
Bırakın, bari rahat uyusun…
Doktoru her şey iyiye giderken Wallis’deki bu ani şokun nedenini tıbben bulamıyor. Yeni randevusunu ayarlarken, “Yalnız gelecek hafta burada olamayacağız. Şehir Hastaneleri kampüsü yapıldı, oraya taşınacağız. Bu hastane kapanacak” diyor mahcup bir ifadeyle…
Wallis yine irkiliyor; tüm ailesinin 5 dakikada gittiği onca yıllık hastane kapanacak… Evlerinin epey uzağındaki o labirent kampüse taşınacaklar sık sık. Tekerlekli sandalyeyle o binalar arasında “uzun yol”da dolaşan Wallis’i hayal edemiyor. Ailesi de nörolojiden psikiyatriye, ortopediden fizyoterapiye, tahlillerden radyolojiye filan nasıl koşturacaklarını düşünüyor kara kara…
Hastaneden çıkarken dinozorların peşinde olmadığını görünce rahatlıyor biraz. Ama sağa sapınca karşısına dev bir goril, ardından üzerine üzerine gelen robotlar çıkıyor. Yığılıyor sandalyesine… Gözlerini kapıyor, tekrar dalıyor derin uykusuna. Kamyoneti devrildiği andaki hissiz, tepkisiz hâline dönüyor. Artık ellemiyor doktoru, “Bırakın, bari rahat uyusun…”
BİR FİLM/BİR REPLİK
BİR İHTİYAÇ OLARAK NOSTALJİ
Terry Wallis’in 19 yıllık “derin uyku”su, sinema tarihine yerleşen çarpıcı bir filmi de hatırlatıyor. 1990 yapımı “Awakenings (Uyanışlar)”da Dr. Malcolm Sayer (Robin Williams), deneysel bir ilacı katatonik bir hastasında test ediyor. O sayede 30 yıllık derin uykudan uyanan Leonard (Robert De Niro), artık bir yetişkin olarak yeni yaşamına, o her yönüyle farklı hayata alışmaya çabalıyor. Filmin unutamadığım repliği ise, “Hangi yılda olduğumuzu biliyorum, sadece bunu hayal edemiyorum. Bunda hiç deneyimim yok. Yılın benim hatırladığım yıl olmadığını biliyorum ama olmasına ihtiyacım var”. Değişim elbet gerekli, kaçınılmaz. Ama değişimin yanında, insana güven duygusu veren “devamlılık” da bir ihtiyaç. Hele mevzu insanın yaşadığı şehir, hafıza mekânları olunca…