Her devletin toplumla paylaşamayacağı sırları ve karanlık tarafları vardır çünkü devletler, toplumların doğal uzantısı yapılar değildir.
Devletler için en büyük tehdit kaynağı, sanılanın aksine terör, şiddet grupları ya da etnik ayrılıkçılar değil öteki devletlerdir. Terör ya da şiddet grupları ancak arkasında bir başka devlet varsa gerçek bir ulusal güvenlik sorunu teşkil edebilir.
En barışçıl münasebetlere sahip iki devlet arasındaki ilişki bile -yüzeydeki durum ne olursa olsun- her zaman için dip akıntısında güvensizlik üzerine kurulu bir tehditkârlık taşır. Bütün amacı kendini savunmak olduğunda dahi devletlerin yapıp ettikleri şeyler diğer taraflar için bir saldırganlık olarak yansır.
Bu böyledir ve devletler arası ilişkiler, kaçınılmaz çelişkileri uzlaştırarak sürmek zorundadır. Diplomasi denilen şey de belki çelişkilerin sürdürülebilir bir ilişkiye dönüştürülmesi çabasıdır.
Diplomat, hem karşı tarafı bir tehdit olarak görmediğini hem de kendi ülkesinin tehditkâr bir tutum içerisinde olmadığını aynı anda vermeye çalıştığı için yüzündeki ifadeyi kaybeder. Gizlenmeye çalışılan iki karşıt gerçeklik birbiriyle çarpışarak ifadeyi yok eder.
İfadesizlik tam anlamıyla güvensizliktir ya da şöyle de denebilir ki korku ya da tedirginlikle karıştırılmaması gereken güvensizliğin en net ifadesi, ifadesizliktir ve diplomasinizi bütünüyle bu ifadesiz güvensizlik üzerine kurduğunuzda başarıya ulaşmanız hayli muhtemeldir.
Hatta, şu bile denebilir ki uluslararası ilişkilerde esas olan şey menfaatlerden çok güvensizliklerdir. Kimse kimseye güvenmediğinde ortaya çıkacak olan sonucu ancak ve sadece menfaatler belirleyebilir.
Dolayısıyla, devletler kendilerini kendi toplumlarından çok öteki devletlere göre konumlandırır ve yapılandırırlar.
Sürekli bir istihbarata ihtiyaç duyar, böylelikle hep mücadele halinde olunan öteki devletlerin karanlık yanlarını açıklığa kavuşturmaya çalışırlar. Aşılmaz bir çelişki gibi, karanlığı aydınlatabilmek için kendi içinde karanlıkta çalışan yapılara ihtiyaç duyarlar. Birbirlerine baka baka kararırlar yani ve giderek iç karartıcı bir işleyişe sahip olurlar. Karardıkça kiri belli etmez hale de gelir ve bundan hoşlanırlar.
Böylelikle, her devlet zaman içerisinde kendisine toplumdan bağımsız hareket edebileceği bir alan oluşturur ve güvensizliği buradan yönetir. Bu alan onun kendi varlığını –yani güvensizliklerini yönetebilme kapasitesini- korumaya aldığı, topluma kapalı ve her zaman için korkularla örülü bir niteliğe sahiptir.
Buradan hareketle, devletin özünün sınıflararası bir tahakküm ilişkisinden çok dönem dönem değişen ve birbirine güven duymayan grup ya da sınıfların kendilerini güvenlik içerisine aldıkları bir güvence mekanizması olduğu düşünülebilir.
Kendini güvenlik içerisine –ve güvenceye- alan grup sonrasında ulusal güvenliği ve her türlü güvenlik tehdidini kendi siyasal varoluş koşullarına göre yeniden tanımlar. Güvenlik alanı, bir yandan iktidardaki siyasetin karakterine göre renk ve biçim değiştirir bir yandan da güvensizlik temlindeki yapılanmasını yeni duruma göre ayarlayarak aynı işlevini sürdürür.
Güvenlik ve korku, bu alanda sürekli olarak kendini yeniden üretir –üretmek zorundadır. Güvensizliğin azalıp güvenliğin artması bu karanlık ve kapalı alanın kendisini faş etme riski taşır. Bir tür sigorta işlevi gören güvence alanı ancak olası riskler sürdüğü sürece koruyuculuğunu devam ettirir.
Her zaman için gizemli ve puslu bir örtü bu alanın kendini koruması için gerekli bir perdeleyici sağlar. Devlet açısından gizlilik, bu gizemli örtüdür. O kadar ki iktidarların kendi kendilerinden bile gizledikleri bir alan haline gelebilir.
Dolayısıyla, şunu söyleyebiliriz ki her devlet bir tür güvenlik devletidir. Bu mekanizmanın nasıl çalıştığını anlamak için de bir parça ordudun içine bakmak gerekir. Güvenlik sektörü içerisinde, ulusal güvenliğin en sembolik kurumu, askerdir.
Askerliğin çoğu insana anlaşılmaz ve irrasyonel gelen yanlarının oluşu bu durumu çok iyi anlatır. Bütün bu irrasyonelliklerin kaynağında şu vardır aslında: ortalıkla bir savaş ya da savaş ihtimali katiyen olmasa dahi ordu kendini her an ve daima bir savaş çıkacakmış gibi hazır halde tutmaya çalışır. Askerler, komutanları sorduğunda hep bir ağızdan ‘daima hazır’ diye bu yüzden bağırır.
Hava eksi otuzlardadır ve her gün kar yağmaktadır mesela. Asker de her gün erkenden kışlanın içindeki yollarda kar küremesi yapmaktadır. Belki de o yoldan o gün hiç araç geçmeyecek, savaş çıkmadıkça yolun açık olması gerekmeyecek ve kışladaki en hacimli araçların geçebilir olmasına izin verecek şekilde kürenen yollar yarım saatte bir yağan karla yeniden kapanacaktır ama ya savaş bir anda çıkarsa ne yapılacaktır?
Dolayısıyla, askerliğin asıl zorluğu belki de savaş zamanlarından çok barış zamanlarında savaştaymış gibi yaşamak ve tahayyül dünyasında bunu sürekli canlı tutma teyakkuzundan kaynaklanır.
Her gün ve her an savaş varmış gibi yaşayıp uzun meslek hayatında bununla hiç karşılaşmayan subayların zihin hali biraz nevrotik olsa gerektir. Bazı hallerde savaş, kurtarıcı bir gerçekliğe işaret ediyor bile olabilir.
Böylesine bir savaşsız kariyer sonrasında sivil hayata uyum gösteremeyen pek çok subay savaş haline göre kurgulanmış bir disiplini bu kez yeni hayatında da tatbik etmek isteyebilmekte ve buna bağlı olarak garip bir figür haline gelmektedir çünkü sivil hayat, güvensizlik değil güven-temellidir.
Savaş yaşamayan askerlerin olası bir savaş ihtimalini savaş yaşamış olanlara göre çok daha olası ve dehşet verici buldukları bilinir. Her gün savaş varmış gibi hazırlık yapıp hiç savaş olmaması askerliğin sivil alana taşınmasıyla da sonuçlanabilmekte, sivil alan, askeri alanın doğal bir uzantısı haline getirilebilmektedir (Bunu yazınca, son günlerde ekranları dolduran ve kendilerini içinden çıktıkları kurumların ‘uzantısı’ gibi davranmak zorunda hisseden güvenlik uzmanları geldi aklıma.)
Tıpkı bunun gibi devletin güvenlik yönetim biçimiyle sivil ve siyasal alanın işleyişi birbirine taban tabana zıttır ve bu zıtlığı sistemleştirmeye, bir tehdit olarak görmeye eğilimli ülkeler demokratik açıdan büyük sorunlar yaşamaktadır.
Demokratik açıdan yaşadığımız pek çok gerilemenin nedeni zannedildiği gibi güvenlik risklerinin özgürlük ve hukuk alanını baskı altına almasından çok, yanlış kurgulanmış bir güvenlik modelinin demokratik gerilemeden besleniyor oluşudur.
Toplumsal ve siyasal alan güven yerine güvensizlik temelinde inşa edildikçe artan şey ülkenin tehditlerle baş etme kapasitesi değil algılanan güvensizliğin niceliksel değeridir. Bu yaşandığında güvenlik alanı, güvensizlikler ve demokratik problemlerle daha da güçlenir hale gelir.
Gördüğümüz şey şu ki çoğu durumda devlet, sivil hayata uyum gösteremeyen bir asker gibi hareket ediyor ve yöneticisi olduğu apartmandakilerin asker gibi hareket etmiyor olmalarından derin bir endişe duyuyor. İnsanları her an ve her zaman etrafımızı sarmış olan tehlikeler karşısında kayıtsız buluyor.
Oysa bunun tersi de mümkün ve hem demokratik hem de güvenlikli bir ülke olabilmek için devletin yalnızca güvenlik sağlayıcısı değil onun varoluş şartı olan ‘güven’i üretebilir olması da gerekiyor. Güven veren ya da güvenliği sağlayanın ötesinde bizatihi güvenin ve güvenliğin üreticisi olan bir devlete ihtiyacımız olduğu açık.
Başa dönüp söylemek gerekirse, devletlerin birbiriyle olan güvensizlik kısır döngüsünü kırmanın yegane yolu, toplumların güvenlik alanını bütünüyle devletin kapalı kurumlarına bırakmamalarından geçer. Çünkü devlet ancak toplumla gerçek bir ilişki halindeyse güven üreticisi haline gelebilir ve kendi güvenlik modelini ancak bundan sonra doğru kurgulayabilir.
Toplumsal ve siyasal alanın güvenlik alanından daha zayıf olduğu yerlerde devlet güvenliği tıpkı uluslararası ilişkilerde olduğu gibi güvensizlik üzerine kurulu bir biçim kazanır. Halka rağmen halk için ulusal güvenlik anlayışı ortaya çıkar. Güvenlik arttıkça güven azalır; güvenlik, siyasetin öteki yüzü halini alır ve çoğu durumda onun ikamesi sayılır.
Karşımızdaki büyük soru, nasıl olacak da iyi bir hukuk, güçlü bir siyaset ve yeterli güvenliğin aynı anda ve bir arada oluşturulacağı sorusudur ve bu sorunun cevabı sanıldığı gibi devletin kapalı mahfillerinde bulunmamaktadır.