Ana SayfaYazarlarDevrim nedir? Dünden bugüne devrim anlayışı (2)

Devrim nedir? Dünden bugüne devrim anlayışı (2)

 

Peki, devrim nedir? Neydi? Şimdi, 69’ları, Türkiye’yi içine alarak kasıp kavurmaya başlayan o  rüzgârları bir yana bırakarak, bizleri — TİP dahil hepimizi — etkileyen o ideolojik dünyanın (devrim anlayışının) nasıl ortaya çıktığına bir bakalım.

 

Evet, 20. yüzyıldan bahsediyoruz. Unutmayın, 20. yüzyıl aynı zamanda ideolojilerin yüzyılıydı. Bir yanda,  ulus-devletlerin pazar paylarını arttırmak ve dünyayı yeniden paylaşmak için geliştirdiği ideolojiler vardı — faşizm neydi ki? Diğer yanda ise, artık “kendisi için bir sınıf” haline gelmeye başlayan; baskı ve sömürüye karşı  kurtuluş bayrağını açan işçi sınıfı ve onun ideolojisi… Böyle bir dünyada işçi sınıfı, “kendisi için varlığı”nı ispatlayan bir ideoloji üretmekten başka  ne yapabilirdi; oturup da sağmal inek gibi sütünün sağılmasını mı seyredecekti? Hayır dedi tabii ki. Ve madem öyle, işte böyle diyerek isyan bayrağını açtı. Olay budur. İşçi sınıfı ideolojisinin ve bunu haklı göstermeye zemin teşkil eden “işçi sınıfı bilimi”nin çıkış noktası budur!

 

O andan itibaren işçi sınıfı, koordinat sisteminin merkezi olarak kendisini alıyor; buradan baktığı zaman görünenleri esas alarak kendine bir dünya görüşü oluşturuyordu. İşte “Diyalektik Materyalizm”in ortaya çıkış koşulları bunlardır.

 

İşçi sınıfı devriminin  özü neydi?

 

Bu konuda Mahir Çayan şöyle yazmıştı: “Marksist devrim anlayışı, sürekli ve kesintisiz bir ihtilâl sürecini öngörmektedir.  Devrim, halkın devrimci girişimiyle — aşağıdan yukarı — mevcut devlet cihazının parçalanarak politik iktidarın ele geçirilmesi ve bu iktidar aracılığıyla — yukarıdan aşağıya — daha ileri bir üretim düzeninin örgütlenmesidir.”[1]

 

Aslında bu paragraf her şeyi; o zaman Mahir’in de, bizim hepimizin de (ve Manifesto yayınlandığından bu yana Marksizme inanan, bu uğurda can veren bütün insanların da) devrim anlayışını, “devrim” derken ne anladıklarını açıklıyordu.

 

Ortada bir sistem vardı; burjuvazi ve işçi sınıfı arasındaki üretim ilişkileriyle tanımlanan kapitalist  sistem. İşçi sınıfının dünya görüşüne (Diyalektik Materyalizme) göre şeyler (nesneler, varlıklar) mutlak ve objektif gerçeklikler olarak, kendilerinin yarattığı “zıtları”yla birlikte, onlarla  “birlik ve çelişki” ilişkisi  içinde varoluyordu. Her şeyin özü, temeli, varoluş zemini buydu. Nasıl burjuvazi, kapitalist üretim ilişkilerince belirlenen kapitalist sistemi temsil ediyorsa, aynı şekilde, “kendi yarattığı zıddı” olan işçi sınıfı da, üretim araçlarının toplumsal mülkiyetiyle ifade bulan bir başka, “sosyalist” sistemi temsil ediyordu. Zamanla kapitalist sistem içinde üretici güçler gelişecek; burjuvazi tarafından temsil edilen kapitalist üretim ilişkilerinin içine sığmaz hale gelecek; buna paralel olarak işçi sınıfı da uygun zaman ve koşullarda, önce “politik bir devrimle burjuvaziyi alaşağı ederek iktidarı ele geçirecek; sonra yukardan aşağıya, üretim araçlarının  özel mülkiyetine bağlı kapitalist üretim ilişkilerini ortadan kaldırıp bunların yerine, üretim araçlarının mülkiyetinin  bütün bir topluma ait olduğu [tabii toplum adına “işçi sınıfı devleti”ne ait olduğu] kendi sosyalist sistemini inşa edecekti!..

 

Dikkat edilirse burada devrim, birbiriyle içiçe, ancak iki aşamalı olarak gerçekleşmekteydi. İşçi sınıfının iktidarı alarak mevcut  burjuva devlet mekanizmasını parçalayıp kendi devletini (sosyalist devleti) inşa etmesi anlamında “politik devrim” ve daha sonra, artık iktidarı elinde tutan, devlete hâkim olan işçi sınıfının, üretim araçlarının özel mülkiyetini adım adım lağvederek bunun yerine sosyalist üretim ilişkilerini koyması anlamına gelen ”sosyal devrim.”

 

Bunun  neden böyle olduğu, yani devrimin neden iki aşamalı  olduğu ise şöyle açıklanıyordu: Kapitalizm artık ilerici (üretici güçleri geliştirici) özelliğini kaybetmiştir. Kapitalist toplum ve burjuvazinin siyasi egemenliği devam ettiği  müddetçe, üretici güçlerin sistemin içinde gelişmesi üretim araçlarının toplumsal mülkiyetini ortaya çıkaracak noktaya gelemez. Başka bir deyişle, feodal toplumun içinde kapitalist üretim ilişkilerinin gelişmesinden farklı olarak, kapitalist toplumun içinde sosyalist üretim ilişkileri gelişemez. Bu nedenle işçi sınıfı ve müttefikleri önce bir kalkışmayla iktidarı almalı; sonra iktidarı ve devlet aygıtını kullanan bir toplum mühendisliği eylemiyle, üretim araçlarının özel mülkiyetini esas alan kapitalist üretim ilişkilerinin yerine, üretim araçlarının mülkiyetinin bütün topluma [toplum adına da işçi sınıfı devletine] ait olduğu sosyalist  üretim ilişkileri kurulmalıdır.

 

Bütün bu anlayış ve dünya görüşü, bakış açısının sıfır noktası olarak koordinat sistemi işçi sınıfının üzerine konduğu zaman görünenlerin (ortaya çıkan sonuçların) dile getirilmesinden başka bir şey değildir.  Bu türden bir devrim anlayışının altında yatan, “işçi sınıfının bilimi”nden kaynaklanan bir ideolojik öncülüğe bağlı olarak, belirli bir projenin yukardan aşağı gerçekleştirilmesidir.

 

İşte bütün bir Marksist “devrim anlayışı”nın olduğu kadar Diyalektik Materyalizmin de özü  bundan ibarettir. Bir ucu işçi sınıfı popülizmine dayanan materyalizmden kaynaklandığı halde, daha sonra diğer ucu sübjektif idealizme varan,  pozitivist anlamda bir toplum mühendisliği faaliyetidir.

 

Evet, işçi sınıfının  dünya görüşü  olarak Marksizm, bir yanıyla materyalizme, “kendi kendine şey” olarak varoluş anlayışına dayanır, bu doğrudur; ama bütün diğer dünya görüşleri gibi o da, aynı zamanda belirli bir sınıfın  dünyaya kendi nefsini temel alan koordinat sisteminden bakınca gördüklerinin sübjektif idealist ifadesidir. Boşuna Marksizm işçi sınıfının ergenlik döneminin dünya görüşüdür demiyoruz!

 

Diyalektik Materyalizmin ve Marksist

devrim anlayışının eleştirisi[2]

 

Şimdi önce, benim yıllarca süren çalışmalarım sonucu ortaya çıkan bazı esasa ilişkin sonuçları burada oldukça basit bir şekilde ifade etmeye çalışarak yola devam edelim.

 

(1) Kim ne derse desin, yukarıdaki diyalektik anlayışı (adı Marksist diyalektik veya Diyalektik Materyalizm de olsa) özü itibariyle kaba, mekanik bir materyalizme (19. ve 20. yüzyıllara damgasını vuran klasik Newton fiziğinin çerçevesini çizdiği  bir sistem anlayışına) dayanmaktadır.

 

Şöyle ki; burada şeyler (nesneler) ilişki içinde birbirlerini yaratarak varolan izafi gerçeklikler değildir. Her biri “kendiliğinden şey” olarak önceden varolan objektif-mutlak gerçekliklerdir. Nesneleri var eden, başka nesnelerle aralarındaki ilişki ve etkileşimler değildir. İlişki ve etkileşim, her biri “kendiliğinden şey” olarak önceden varolan nesneler arasında daha sonra ortaya çıkar… Bütün bir klasik bilimin ve mekanik materyalizmin  özü esası budur.

 

(2) Ancak Diyalektik Materyalizm buna bir şey daha ilâve ediyor: Her biri  objektif-mutlak  gerçeklik olarak varolan nesneler, gene objektif-mutlak gerçeklik olan kendi zıtlarını yaratarak, onlarla “birlik ve çelişki” içinde varolur.

 

Dikkat edilirse, bu ifade de aslında klasik bilimin sistem anlayışı içindedir. “Kendiliğinden şey” A ile gene “kendiliğinden şey” (ama A’nın zıddı) B arasındaki ilişkide A, B’yi bir KA kuvvetiyle etkileyince, B de buna bir KB ile cevap verir. Yani işe katılan “kendi zıddını yaratarak onunla birlik-çelişki ilişkisi içinde varolmak” ifadesi meselenin özünü değiştirmez. Çünkü bu durumda da “zıtlar” (her ne kadar “önce gelen kendi zıddını yaratıyor” da olsa) birinin  varlığı özünde diğerinin varlığına bağlı olmayan “kendiliğinden şey”lerdir. (Eğer böyle olmasaydı, “kendi zıddı” olan burjuvaziyi yok ettikten sonra kendisi hâlâ varolmaya devam edebilen bir işçi sınıfı düşünülebilir miydi?)

 

(3) Bilincimizin dışındaki bir “objektif-mutlak gerçekliği” ya da “kendiliğinden şey” anlayışını temel aldığı için bu dünya görüşüne materyalizm deniyor; ama dikkat ederseniz, belirli bir sınıfın (ya da sınıflı toplum insanının) koordinat sisteminin merkezine kendisini oturtarak dünyayı algılayış biçimi olduğu için, aynı zamanda sübjektif idealisttir de. Yani olanı değil “olması gereken” şeyi görmeye, istemeye, bunun için çaba sarfetmeye dayanır. Kendisine “görüneni” (mutlak gerçeği)  algılayarak,  buradan “kendi bilimi”ni  üretmeye ve kendi görüşlerini “bilimsel gerçek” olarak mutlaklaştırmaya  varır. Çünkü öbür türlüsü, yani etkileşme esnasında “yaratırken yaratılmak” ve bu zeminde “izafi-maddi bir gerçeklik” olarak varolmak anlayışı, nefsin “kendiliğinden şey” duruşuna, tekçi ruh haline uymaz. Hangi nefs (self/selbst) izafi varoluş anlayışını benimseyebilir ki? Hangi koordinat sistemi, kendi değerlerinin “yaratırken yaratılan” izafi değerler olduğundan yola çıkabilir? 

 

İsterseniz olayı şöyle şematize edelim: Bir A vardır ortada, bir de B. (Buradaki B, “sistem içinde” A’nın “diyalektik zıddı” olsun). Diyalektik materyalizme göre bunların ikisi de felsefi olarak “objektif-mutlak-kendiliğinden şey” gerçekliklerdir. Yani özünde A’nın varlığı B’ye bağlı değildir; bunlar varlıkları birbirlerine bağlı olan izafi gerçeklikler değildir. Sonra ne oluyor; B geliyor, A’yı altederek sistemi altüst ediyor ve temsil yetkisini ondan  alıyor…

Marksist anlamda devrim olayı budur.

 

19. yüzyıldan itibaren, bütün bir 20. yüzyılı da içine alarak günümüze kadar gelen bilim anlayışının özü budur. Bu dünya görüşü, bilişsel bilim düzeyinde ilk kez 20. yüzyılın başlarında kuantum fiziğinin ortaya çıkışıyla birlikte sorgulanmaya başladı. Ben de 2004’te yayınlanan bir çalışmamla (http://www.aktolga.de/t4.pdf), modern doğa bilimlerine temel teşkil edebilecek zemine ilişkin kendi kavrayışımı ortaya koymaya çalıştım.

 

Peki, devrim nedir sorusuna ben nasıl cevap veriyorum? Açıklamanın birden salt teorik ve dolayısıyla sıkıcı hale gelmemesi için, önce bir örnekten, feodal toplumdan kapitalist topluma nasıl geçildiğinden yola çıkarak burjuva devrimi denen şeyin ne olduğuna bakalım.

 

Ortada, Batı toplumlarının tarihsel gelişme süreci içinde ortaya çıkan ve  “feodal toplum” adı verilen, kapitalizm öncesi bir toplum var. Bir sistem olarak ele aldığımız zaman,  esas itibariyle feodal üretim ilişkileriyle birbirlerine bağlı iki sınıftan (lordlar ve serflerden) oluşan bir toplum bu. Klasik Marksizm bu iki sınıfı birbirinin varlık şartı gibi gösteriyor; yani biri olmadan diğerinin varolması da mümkün değil diyor; buna göre, her iki sınıf feodal üretim ilişkileri içinde birbirlerini yaratarak varoluyor.

 

Sonra bu sistemin içinde, bir başka üretim ilişkisine denk düşen başka bir sistem gelişmeye başlıyor. Buna da burjuvazi ve işçi sınıfından oluşan kapitalist sistem diyoruz. Kapitalist üretim ilişkileriyle birbirine bağlı, birbirini yaratarak, birbirinin varlık şartı olarak gerçekleşen   iki sınıfın oluşturduğu yeni bir sistem bu.

 

Burada çok önemli bir nokta var. Hani Manifesto’da, “Ortaçağın serflerinden ortaya, ilk kentlerin ayrıcalıklı kentlileri çıktı, bu kentlilerden de burjuvazinin ilk ögeleri gelişti“ deniyor ya. Burada “kentliler”den çoğu zaman sadece burjuvalar anlaşılır ve bu, burjuvazinin kentin egemen sınıfı olmasındandır. Oysa o kentlerde işçi sınıfı da gene aynı sürecin içinde ortaya çıkıyor. Yani onlar da feodal toplumun kente doluşan serflerinden oluşuyor.

                                              

Burada altı çizilmesi gereken en önemli nokta şu: Feodal toplum ve kapitalist toplum iki ayrı sistemdir, iki ayrı toplum biçimidir. İki ayrı üretim ilişkisiyle kayıt altında tutulan iki ayrı bilgi temeline sahiptir bu toplumlar. Ve dikkat ederseniz, feodal toplumdan kapitalist topluma, feodal toplumun içinde lordların, toprak beylerinin “zıddı” bir sınıf olarak varolan serflerin feodalleri altetmesiyle geçilmiyor. Lordlar ile serfler (köylüler) arasındaki sınıf mücadeleleri, en fazla, sistemin kendi içindeki  köylü savaşlarına neden oluyor. Evet, bunlar da önemlidir; feodal kabuğun çatlamasında, feodal sömürü zincirinin kırılmasında bunlar da vazgeçilmezdir. Ama tarihte köylü ayaklanmalarıyla, köylülerin beyleri altederek iktidarı ele geçirmeleri sonucu kapitalizme geçilmesinin örneği yok. Çünkü kapitalizm, lordların “zıddı”  bir sınıf olan köylülerin, feodal sömürüden kurtulmak için beyleri zorla altederek iktidara egemen oldukları bir toplum biçimi değil. Kapitalizmi karakterize eden, onun ayrı bir üretim biçimi, ayrı bir üretim ilişkisi olması; öyle ki, feodal  toplumun içinde, onun diyalektik anlamda inkârı olarak gelişiyor. Yeni toplumu inşa edecek sınıflar da bu sürecin ürünü oluyor.

 

Burada “karşıtlık” ve “zıtlık” kavramları neyi ifade ediyor? İki ayrı ilişki biçimi arasındaki farkın altını çizmek için “karşıtlık” ve “zıtlık” kavramlarını   kullanıyorum. Lordlar ile serfler ya da burjuvalar ile işçiler arasındaki, “birbirinin varlık şartı” olarak aynı sistemin içinde bulunmaktan kaynaklanan  “karşıtlık”   ilişkisiyle, feodalizm ve kapitalizm gibi iki farklı sistem arasındaki “zıtlık” ilişkisini ayırmamız gerekiyor.

 

O halde, feodalizmden kapitalizme geçişi  nasıl açıklayacağız? Eskiden beri varolan sistem (feodal toplum) kendi içinde (ana rahminde) yeni bir sisteme hamile kalıyor… Bu andan itibaran bu iki sistem bir arada, “birlik içinde” varolmaktadır. Neden “birlik”? Çünkü doğum olana kadar “yeni” (yeni üretim ilişkileri sistemi) tıpkı ana karnında gelişen çocuk gibi ortalıkta görünmez. O, annenin  bir parçası olarak “eskiyi” temsil edenin içindedir. Yani bu süreç boyunca iki “bir”dir; yeni, eskiyle “birlik” ilişkisi içindedir. Ama aradaki ilişki aynı zamanda  bir “çelişki”dir, zıtlık ilişkisidir! Neden? Çünkü, biri diğerinin içinde geliştikçe, bu gelişme diğerinin diyalektik olarak inkârı anlamını taşır.

 

Bütün bunları bir çocuğun ana karnında çocuğun oluşması ve gelişmesine, ya da bir yumurtanın içinde bir civcivin gelişmesine benzetmiştik. Çünkü toplumlar da son tahlilde kendi kendini üreten canlı sistemlerdir. Her yeni toplum önce “eski”nin (eski üretim ilişkileri sisteminin) içinde gelişmeye başlar.  Öyle ki, yeninin gelişmesinin yolunu açan, başlangıçta bizzat eskinin, varolan sistemin kendisi olur. Ama sonra, üretici  güçlerin (yani yeniyi oluşturan güçlerin) gelişmesi artık eski üretim ilişkilerince belirlenen mevcut sistemin içinde sürdürülemez hale gelince de devrim olur; yeni, eskinin kabuğunu kırarak doğar.

 

- Advertisment -