Mütedeyyin camia içerisinde, başkasına nizamat vermekle var olmayı iş edinen kişileri tarif için kullanılan bir ifade vardır: ‘din jandarması.’ İçlerinde her yaş, cinsiyet, mezhep ve meşrepten kişiye rastlanmakla birlikte, din jandarmalarının ağırlıklı olarak belli bir yaşın üstünde ve erkek olduğu da görülür. Bu kişilerin din anlayışının merkezinde kendileri vardır; dinin nasıl anlaşılacağı ve yaşanacağı konusunda sözümona ‘otorite’dirler ve en önemli görevleri başkalarının yanlışını düzeltmek, onlara da kendilerindeki bu doğruyu dikte etmektir. Bu ‘dikte’nin kapsama alanında ise sırasıyla gençler, kadınlar, çocuklar, kendileri dışındaki dindarlar ile sekülerler, yani kendileri hariç herkes yer alır.
Bu kişilerin geçelim bugünün şartlarını, dün de başkaları bir yana bizzat dindarların çoğu nezdinde pek makbul görülmediği kanaatindeyim; haklarında üretilmiş tanım da bu kanaati doğruluyor. Belki daha bağımlı kişilikler üzerinde bir derece etkileri olmuş, o kişileri kendi anlayışlarına göre etkilemiş, hatta biçimlendirmiş olabilirler. Ama öte yandan, zaman içinde din ile arasında mesafe oluşmuş birçok kişinin hikâyesinde bir şekilde hayatlarının kesiştiği zaman diliminde bu durumdaki kişi veya kişilerle yaşadıkları hoş olmayan bir an ve anının izi vardır.
Hayat boyu bir dindarın öncelikli mücadelesi ‘kendi nefsiyle’ olmalı iken başkalarının hayatına bu şekilde müdahale etmelerinin doğru olmadığı, dahası bunun tepki doğurduğu, sergiledikleri tutumla kişileri dine ‘yönelme eğilimi var ise dahi uzaklaştırdıkları’ bu kişilere söylendiğinde, yaptıkları şeyin doğru ve din ile doğrudan ilgili olduğunu âyet ve hadislere referansla açıklamaya çalışırlar. Kur’an’da mü’minler için belirlenen ödevlerden biri ‘marufu emr, münkeri nehy’ ise, onlar tam da bunu yapmaktadırlar!
Yaptıklarının dinin özüne ve ruhuna uygun olmadığı ise, daha bu savunmaya bakarak anlaşılabilir. Din jandarmalığı görevini güya kendisine dayanarak üstlendiklerini ileri sürdükleri âyet, birşeye daveti ‘mâruf’la ve birşeyden uzak durmaya çağırmayı ‘münker’le ifade ederken, tam da onların yapmadıkları şeyi göstermektedir. Birçok müfessirin belirttiği üzere, mâruf insanın iç dünyasında karşılığı olan, yani insan fıtratının benimsediği şey iken; münker ise insanın hissen, vicdanen ve aklen uygunsuzluğunu hissettiği, insana çirkin gelen şeydir. Buna göre, bir hususun bir kişi için ‘emr’ kapsamına girebilmesi için öncelikle o husus ile bu kişi arasında bir ‘muarefe’nin; bir hususun ‘nehiy’ kapsamına girmesi için ise öncelikle o hususla kişinin iç dünyası arasında bir mesafenin oluşması gerekir. Din jandarmalarının din deyince akıllarına gelen ilk şey, meselâ tesettür emrine dayanarak kadınlara müdahale etmektir; ama tesettür mü’minlere, herşeyi ‘yaratan Rabbinin adıyla okumayı’ insana emreden ilk âyetten yaklaşık yirmi sene sonra farz kılınmıştır. Din jandarmalarının üzerinde özellikle durduğu başka birçok emir ve yasak için de durum budur. Ayrıca, tesettür âyeti denildiğinde din jandarmalarının aklına hemen kadınların örtünmesine dair âyetler gelirken, birbirini takip eden tesettür âyetlerinin ilki erkeklere hitap etmekte, onları ‘gözlerini haramdan korumaya, bakışlarını kısmaya’ çağırmaktadır. Kadına tesettürü emreden âyet, erkeğe gözünü haramdan örtmesini emreden âyetin ardından gelmektedir.
Velhasıl, söylenen şeyin Kur’an’da da emredilen birşey olması, bizim onu otomatik biçimde başkalarına dikte edebileceğimiz anlamına gelmez. ‘Öncelikler fıkhı’ denilen bir kavram vardır. Vahyin yirmiüç yıllık nüzul süreci, bütün zamanlar için kişiler ve toplumlar açısından önceliklerin nasıl sıralandığını bize göstermektedir. Üçüncü kata çıkmak, ikinci katın merdivenlerini adım adım geçerek gerçekleşir. Bu ise, daha kapının eşiğinde olan kişiden beklenecek veya ona teklif edilecek birşey değildir; aksi takdirde onu kapıdan kovma gerekçesi hiç değildir.
Din jandarmalarının kendilerinin niye böyle yaptıklarını açıklama sadedinde sıklıkla atıfta bulundukları hadislerin başında ise, “Din nasihattir” hadisi gelir. Madem ki din nasihattir, onlar da nasihat etmekle yükümlüdürler. Karşıdaki nasihati dikkate almış almamış, o onların sorunudur. Halbuki hadis alimleri, tam da bu hadisin, ‘nasihat’ kelimesinin Arapça’daki anlamları dikkate alındığında, “Din samimiyettir” anlamına geldiğini belirtirler. Bu ikili anlama göre, ‘samimiyetsiz’ ise zaten nasihat nasihat olmaktan çıkmakta; tecrübeyle sabit olduğu üzere, tesiri de olmamakta, dahası ters etki yapmakta, tepkisel bir red ve itiraza yol açmaktadır. İşin bu boyutunu, Uhuvvet Risalesi isimli eserinde Said Nursi şöyle açıklar: “Senin üzerine haktır ki, her söylediğin hak olsun; fakat her hakkı söylemeye senin hakkın yoktur. Her dediğin doğru olmalı; fakat her doğruyu demek doğru değildir. Zira senin gibi niyeti hâlis olmayan bir adam, nasihati bazan damara dokundurur, aksülamel yapar.”
Yani sözün yeri mi, zamanı mı, ben söylemek için uygun kişi miyim, söylemem doğru mu, şimdi mi söylenmeli, nasıl söylenmeli, söylememeli mi, bütün bu hususları dikkate almadan; ve en başta dönüp kendine bakarak ‘samimi bir niyetle mi söylediği, yoksa öfke, nefret, tahakküm gibi duyguları mı işin içine karıştırdığı’ muhasebesini yapmadan söylenen şey velev ‘doğru’ bile olsa, onun o kişi tarafından söylenmesinin doğru olduğunu söylemek mümkün değildir.
(İşin bir başka tarafı daha var. Yine Said Nursi’nin “Ben vaizleri dinledim; nasihatleri bana tesir etmedi. Düşündüm. Kasâvet-i kalbimden başka üç sebep buldum” diyerek dile getirdiği; usulsüz, üslupsuz, sevgisiz, dengesiz ve muhakemesiz dinî anlatım boyutu… Bu ise, ayrıca üzerinde durmayı gerektiriyor.)
Nüzul sürecindeki tedricîlik ve hikmeti gözetmeyen, öncelikler fıkhını dikkate almayan, en başta kendi nefsini ıslahla yükümlü olduğunu hiç hesaba katmayan, ayrıca dinin hükümleri arasındaki bütünlüğe itibar etmek yerine kendisini ‘otorite’ olarak ikame etmesini mümkün kılacak şekilde hükümler arasında seçmecilik yapan din jandarmaları olgusunu açıklamada, ‘tahakküm’ artık anahtar kelime olarak gözüküyor bana. Söylemlerine baksanız, bu kişiler ‘din adına’ ve ‘din sevgisiyle’ hareket ediyorlar, başkalarına ‘işin doğrusu’nu dikte ediyorlar. Ama dini gerçekten seven, maksadı eğer buysa bunun tam aksi sonuç veren, olumlu etki uyandırmayıp aksülamel yapan, yaklaştırmak yerine uzaklaştıran, ‘sevdiriniz, nefret ettirmeyiniz’ hadisindeki uyarının aksine ‘sevdirmeyip nefret ettiren’ bir üslubu, tutumu, davranışı niye sorgulamaz, niye ısrarla ve inatla devam ettirir ki?
Gözlemlerim ve tecrübelerimle ulaştığım cevap şu: Çünkü o kişi, esasen tahakkümü seviyor. Dinin emirleri içinden ‘başkalarına dokunan’a odaklanması bu yüzden. ‘Tebliğ’inin kapsamını yaşlı olarak gence, erkek olarak kadına karşı kendisini ‘otorite’ olarak konuşlandırmasını mümkün kılacak bir seçmecilikle oluşturması bu yüzden. Kalbe dokunmak değil, damara dokundurmak daha yüksek bir motivasyon sebebi böyleleri için. İçten bir uyanışın imkânını aramak değil, dıştan bir tazyik için fırsat kollamak.
Baksanız, din konuşuyorlar, dahası din adına konuşuyorlar; çünkü din onlar için başkaları üzerinde tahakküm inşa etmeleri için bir fırsat. “Ben demiyorum ha, Allah böyle diyor, Peygamber böyle diyor” diye konuşuyorlar, çünkü ancak böylece sözlerine itirazı kendilerine değil Allah’a ve Peygambere itiraz kalıbına sokup tahakkümlerini iyice tahkim edebiliyorlar. Bu duruma düşmemek için onlara itiraz edemeyen kişilerde bu taktik belki işe yarıyor? Ama ya bu söylemle ikna olmayanlar? Aklı ve kalbi işletmeyip tahakküme yaslanan bu dil, itirazını sürdürenin, onlara itiraz edeceğim derken itirazını doğrudan dine yöneltmesi sonucunu getiriyor. Şu an şu ülkede olduğu gibi…
Bir önceki yazıda değinmiştim. Dindarının da, sekülerinin de ‘otoriter zihniyet’ten süt emdiği bir ülke burası. Bu ülkenin sekülerine bakılırsa, bu ülke ‘laik bir ülke.’ Ama sekülerlerin kâhir ekseriyeti laiklik ilkesine aykırı şekilde ‘devletin dine müdahalesi’nden rahatsız değil. Bilakis bir ‘devlet dini’ oluşturup ‘dindara din öğretme’ ve ‘dini devlet için kullanma’ sürecine çoğunlukla destek vermiş. Yani laikliği sevmiş, ama tahakkümü için bir fırsat olarak sevmiş. Benzer şekilde, bu ülkenin ‘muhafazakâr’ı da esasen tahakkümü seviyor, dini de tahakkümü için bir fırsat olarak seviyor. Sonra, kendilerine yönelen bir itirazı, ben nerede yanlış yaptım sorusunu asla sormaksızın, ‘dine itiraz’ olarak damgalıyor hemen.
Halbuki, madem ki din samimiyettir ve madem ki samimiyetsiz, dahası ‘damara dokundurmayı’ amaçlayan bir din dili aksülamel yapar; bu kişilerin kendilerine şu iki soruyu sıklıkla sormaları gerekiyor:
(1) Dini sevdiğim için mi müdahil oluyorum, tahakkümü sevdiğim için mi?
(2) Bana gelen itiraz, mutlak surette dine itiraz mı; yoksa benim din üzerinden tahakküm oluşturma çabama mıdır bu itiraz?