[10-12 Ağustos 2021] Uygarlığa geçişten önce başlıyor aslında. Şeflerin fazla güçlenmesine ve sosyal mesafenin açılmasına (sınıflaşmaya) tepkiler şeklinde kendini belli ediyor. Örneğin İskandinavya’da, 9. ve 10. yüzyıllarda güneye, Avrupa kıyılarına deniz akınları yoluyla zenginleşen (memleketlerinde, özellikle İsveç ve Norveç’te kalsalar, pek verimli olmayan bir küçük köylü tarımından toplayabildikleri kısıtlı vergi-rantlar sayesinde zenginleşebileceklerinden çok daha fazla ve çok daha hızlı zenginleşen) Viking başbuğlarından bazıları, iki üç yıl sonra gurbetten döndüklerinde, artık bir gemi yerine üç gemi ve otuz savaşçı yerine yüz savaşçıları olmasına güvenerek kendilerini şu veya bu bölgedeki üç beş kabilenin “kralı” ilân ediyor (I. Olaf, II. Olaf, III. Olaf; tam Asterix’lik malzeme). Derken fazla ileri gidiyorlar bu “krallık” iddiasında; tepesine oturdukları toplumun hâlâ görece yatay, görece eşitlikçi kültürünü ihtiyatsızca çiğniyor ve kabile töresine saygısızlığın bedelini bir ayaklanma sonucu hayatlarıyla ödüyorlar.
Ona bakarsanız, ister çoktanrılı, ister tektanrıcı inanç sistemlerinde de izleri var bu sosyal dönüşüm ve çatışmaların. Mezopotamya panteon’unda, baş tanrının yeri hiçbir zaman garantili değil. Babil’in egemenlik döneminde, 50 büyük tanrı ve bir yığın küçük tanrının katıldığı bir ziyafette hepsi Babil kentinin tanrısı Marduk’a kral tanrı olarak bağlılık yemini ediyor. Çünkü genç tanrıların lâf dinlemez başıbozukluğu yüzünden patlak veren iç savaşta, düzeni ancak Marduk’un amansız liderliği kurtarabiliyor. Öyle anlatılıyor, Babil’in kuruluş efsanesi. Derken Asur imparatorluğu yükseliyor ve Marduk’un yerini onların baş tanrısı Asur alıyor. Suriye’nin kuzeyindeki Ugarit kentinde, baş tanrı El diye biri. Ama sallantılı bir iktidarı var. Bir alt kademeyi işgal eden yağmur tanrısı Baal, deniz tanrısı Yamm ve kurak mevsimin tanrısı Mot arasındaki çatışmalardan Baal galip çıkıyor ve El bu yeniyetmeyi tatmin amacıyla ona bir saray yaptırmak zorunda kalıyor (bkz Michael Cook, A Brief History of the Human Race, Norton 2003, 137-138).
Monoteizm, göklerdeki Tek Tanrı ile yeryüzündeki Tek Hükümdar arasında çok daha sıkı bir meşruiyet ilişkisi kuruyor kuşkusuz. İÖ birinci binyılın ortaları ve ikinci yarısında yazıya geçirilen Tevrat’ta (Hıristiyan terminolojisinde Ahd-i Atik’te, Eski Ahit’te) Mişle, Atasözleri Kitabı, Özdeyişler Kitabı veya Süleyman’ın Özdeyişleri Kitabı diye bir bölüm var. İngilizcesi Book of Proverbs. Ahd-i Atik’i ve Ahd-i Cedid’iyle birlikte bütün Hıristiyan İncili’nin İngilizceye en önemli, edebî değeri en yüksek çevirisi 1604-1611 yıllarında yapıldı. Kral James İncili (King James Bible, KJB veya King James Version, KJV) olarak bilinir. İşte bu metinde, Book of Proverbs 16:18’de şu çarpıcı cümle yer alıyor: Pride goeth before destruction, and a haughty spirit before a fall. Tevrat’ın üçüncü (Ketuvim) bölümünün internetteki Türkçesinde 18 Gururun ardından yıkım, / Kibirli ruhun ardından da düşüş gelir diyor. Belki şöyle de denebilir: Gurur yıkıma, mağrur bir ruh da düşüşe götürür. Popüler kültürde biraz kısalmış ve başı ile sonu birleştirilip, ortası çıkarılıp Pride goeth before a fall şeklini almış. Genellikle böyle bilinir: Gururun sonu düşmektir veya Gurur düşüşe götürür. Türk-İslâm kültüründe de bir karşılığı vardır: Hatayî mahlasıyla yazan Şah İsmail’in meşhur Kibirdir yorulup yollarda kalan dizesi. Buna bir de Osmanlı yeniçerilerinin kâh ulufe dağıtım günlerinde, kâh sultan Cuma namazına gidip dönerken Mağrur olma padişahım, senden büyük Allah var diye bağırmaları eklenebilir.
* * *
İlginç olsa gerektir, Yahudiliğin, Hıristiyanlığın ve Osmanlı Müslümanlığının bu noktada kesişmesi. Bu bağlamda benim de eklemek istediğim bir başka öykü var, aynı ahlâkî doğrultuda, ama belki Türkiye’de o kadar bilinmeyen. Vikinglerle başlamıştım; gene Viking Çağına dönelim, 10. yüzyıl sonları ve 11. yüzyıl başlarına. İskandinavya büyük ölçüde Hıristiyanlaşmıştır artık; dolayısıyla o dizginsiz yağma ve çapul seferlerinin de son demleridir.
Derken Knut, Cnut veya Canute diye biri sahneye çıkar bu sıralarda. Aslen bir Danimarka prensidir. Kuzey denizlerinin henüz tam dinmemiş kaos ortamında, 1016’da İngiltere tahtını savaşarak ele geçirir. 1018’de, yani iki yıl sonra, saltanat veraseti yoluyla Danimarka tahtı da Cnut’un olur. İskandinavya’daki rakipleriyle on yıl daha süren çatışmalar, 1028’de Norveç tahtını da Cnut’a getirir. Zamanla İsveç kenti Sigtuna ve İskoçya kralı II. Malcolm da Cnut’a boyun eğer. Ama bu son eklentileri saymasak bile, 1016-1035 arasında İngiltere, Danimarka ve Norveç, doğum tarihini bilmediğimiz Cnut’un hükümdarlığında, ilk ve son defa bir Kuzey Denizi İmparatorluğu bünyesinde birleşmiş olur. Bütün İngiltere diyakozlukları ile anakarada Danimarka diyakozluğuna hükmetmesi, Katolik Kilisesi bünyesinde Cnut’a büyük prestij sağlar. 1027’de Roma’da II. Konrad’ın Kutsal Roma İmparatoru olarak taç giyme törenine katılır (o kadar önemlidir, Hıristiyan âleminde). 1026’da İsveç ve Norveç ordularına karşı kazandığı zaferin de ardından, 1027’de Roma’dan dönerken kaleme aldığı bir mektupta, ünvanlarını sayıp dökerken kendini “bütün İngiltere’nin ve Danimarka’nın ve Norveçlilerin ve bir kısım İsveçlilerin kralı” olarak tanımlar. 1035’te hayata veda eder.
Cnut’un ölümünden neredeyse yüz yıl sonra, Latince bir Historia Anglorum (İngilizlerin Tarihi) yayınlanır ilk 1129’da; içeriği sonra 1154’e kadar getirilir. Henry of Huntingdon (Huntingdon’lı Henry) diye bir kilise adamıdır yazarı. Knut, Cnut veya Canute’u güçlü ve bilge bir kral diye göklere çıkarır. Verdiği bir örnek çok ilginçtir. (Bu hikâyeyi okurken, Atlantik kıyılarında gelgit olayının Akdeniz’den çok daha dramatik cereyan ettiğini; suların yükselişi ile çekilişi arasında büyük fark oluştuğunu unutmayalım.) Huntingdon’ın aktardığı rivayete göre, günlerden bir gün Kral Canute sular çekilmişken tahtını kıyıya kurdurur (bkz tepedeki temsilî resim) ve yükselmeye başlayan denize durmasını, daha fazla ilerlememesini, ayaklarını ve giysilerini ıslatmamasını emreder. Sonrasını Huntingdon’dan dinleyelim: “Her zamanki gibi yükselen med dalgası, zat-ı şahanelerine zerrece saygı göstermeksizin ayakları ve bacaklarını kaplayıverdi. Bunun üzerine kral geri sıçradı ve şöyle dedi: ‘Herkes bilsin kralların gücünün ne kadar boş ve değersiz olduğunu, zira bu ada [kral adına] lâyık kimse yoktur, gökyüzünün, yeryüzünün ve denizin ezelî ve ebedî yasalar doğrultusunda itaat ettiği O’ndan [Tanrıdan] gayri.’ Sonra da altın tâcını bir haçın üzerine astı ve ‘[asıl] kadiri mutlak Kral [olan] Tanrı onuruna’ bir daha giymedi.”
Günümüzün Batı gazeteciliği ve siyasetinde bu öykünün “Canute’un gelgiti durdurmaya kalkmasındaki küstahlık” şeklinde yorumlandığı oluyor. Alabildiğine yanlış bir okuma. Huntingdon’ın kastının tam tersi olduğu açık. Kelt mitolojisinde gelgite hükmeden efsanevî kişiler var: Glamorganlı Aziz Illtud, Gwynned kralı Maelgwn ve Brötanyalı Tuirbe gibi. Ama Cnut veya Canute bunlardan değil. Huntingdon’lı Henry, kendi anlatımını bu popüler arkaplan üzerinde inşa ederken aslında zıddını vurguluyor. Kral kendisini kadiri mutlak gören, siz istediğiniz her şeyi yapabilir, okyanusa bile hükmedebilirsiniz diye yaltaklanan maiyetine unutulmaz bir ders veriyor; doğa (ve Tanrı) karşısında ne kadar çaresiz olduğunu yüzlerine vuruyor.
Belki tümüyle uydurmadır; nasıl bilebiliriz? Ama sonuçta, Huntingdon’ın Canute’u nedimlerine, bırakın bu dalkavukluğu, bana doğru şeyler söyleyin demiş oluyor.