Ana SayfaGÜNÜN YAZILARI“Dış” korkusu (13) Hem tarihselci, hem peygamber

“Dış” korkusu (13) Hem tarihselci, hem peygamber

Solda, Atatürk bir Cumhuriyet Balosu’nda. Batı’yla bazen savaşan, ama çoğu zaman sevişen Türk modernist milliyetçiliğinin alla franca’lığının somut ifadesi. Sağda, kadınlara ilişkin bütün hükümleri dahil, şeriatı (kendi yorumuyla) hayatın her alanına uygulamak iddiasındaki Taliban’ın üçüncü başkomutanı Mevlevi Hibatullah Ahundzâde.

[19-20 Ağustos 2021] Kapitalist dünya sisteminin çeperinden (periferiden) merkezine reaksiyonlar çerçevesinde, hangisi doğru, hangisi yanlış? Bu değil derdim. Özel olarak Kemalist Devrimi savunmak da değil. Daha basit. Sizce “anti-emperyalizm” ikisini bir ve aynı görmek için yeterli mi?

* * *

Hayalî bir yokülkede, “çok mühim biri” yaşıyor. Ömer Seyfettin’in ünlü karakteri gibi, hayli megaloman. Tanıyabileceğiniz ama aslında tanımak istemeyeceğiniz, haris ve habis bir politikacı. Hem Ezop’un “öküz olmak isteyen kurbağa”sı gibi küçük, hem de bir trol azmanı, günümüzün diğer, daha sınırlı, daha standart trolleriyle karşılaştırıldığında. Tek derdi var: bu yaşında, nihayet bir baltaya sap olmak. Herhangi bir balta olabilir. Oraya da vurabilir, buraya da. Böylesi çok tehlikeli.

Çünkü tam bir Makyavelist. Immoral değil amoral; ahlâksız değil ahlâküstü. Bunun teorisini yıllar önce, henüz Marksistken kurmuş, işçi sınıfı ile burjuvazinin ortak ahlâkı olamaz diye. Özneleri değiştirin; proletarya yerine devrimciyi (ve zıddında karşı-devrimciyi), onun da yerine anti-emperyalisti (ve zıddında emperyalisti) geçirin. Pek farketmiyor, ahlâkın görelileştirilmesi, rastgeleleştirilmesinde.

Sonuçta, ilke, hakikat, doğruluk, gerçeklere sadakat; hiçbiri yok bunların. Sadece “siyaset” var: en dar ve  kötü anlamıyla “siyaset.” Demirel’in “dün dündü, bugün bugündür” oportünizmi, yanında haltetmiş. Sanmayın ki kuvvetle inandığı ve asla vazgeçmeyeceği bir teorisi, bir paradigması, ideolojik bir vizyonu ve misyonu var. Ya hiç olmadı, ya kalmadı, bir noktadan sonra. En azından şimdi, misyonu sadece kendisi. Eti kemiğine o kadar yakın ki! Her an, kendi durduğu yer yüzde yüz doğru (bkz Metin Karabaşoğlu, Hiç hatâ yapmayanların ülkesi, 17 Ağustos 2021). Dışardan bakan biri diyebilir ki, bu kadar rol ve kılık değişimi de olmaz artık. Kendisi hiç öyle görmüyor kuşkusuz. Bütün hayatı ve kariyeri vazgeçilen fikirlerden, terkedilen pozisyonlardan, 180 derecelik viraj ve zigzaglardan değil, kesintisiz, üstüste eklemlenen bir dizi doğrudan oluşuyor.

Yani hem peygamberim diyecek, hem kendi kendine tarihselci bir yorum getirecek, elinden gelse (ve inancı olsa — aksi yöndeki “turistik” beyanları bir yana). Zira her aşamada halkına, sınıfına, milletine, cemaatine yeni yeni mesajlar tebliğ ediyor. Geçmişte söyledikleriyle çelişkisi sorulduğunda, o zaman da doğruydum, şimdi de doğruyum diyor. Dolayısıyla pozisyonu, vahyin insanlığın belirli bir anda idrak edebilecekleriyle sınırlı olduğu şeklindeki tarihselci yaklaşıma çarpıcı bir benzerlik gösteriyor. Problem şu ki, dinler tarihinde her yeni vahye bir peygamber denk düşer. Ve her peygamber, kendi aracılık ettiği o tek vahyin mutlaklığına inanır (aksi, tanım gereği, aklına bile gelmez). Ama bizimkisi, şimdiye kadar tek fanî elçilikte ona  yakın “kitap” değiştirdi. Sanki önce Hazreti İbrahim oluyor, sonra Hazreti Musa, sonra Hazreti İsa, sonra Hazreti Muhammed. Arada Buddha, Zerdüşt, Konfüçyus, Atatürk, Lenin, Mao, Öcalan. Hepsini aynı kimlik ve kişilikte mezcediyor.

Her şey bir yana, bu çok ciddî bir cüret işi. Çünkü insanları ya aptal, ya hafızasız, ya şirretlik ve demagojiyle kâh susturulabilir kâh ikna edilebilir farzetmek anlamına geliyor. Sonuncusu, yani (iyi seçilmiş ve asistçi gazetecilerle doldurulmuş, ya da kimsenin dersini çalışarak gelmediği tv ortamlarında da olsa) lâf döndürerek muhataplarının ağzından girip burnundan çıkmak, aynı zamanda belirli bir zekâ, kıvraklık ve hazırcevaplık göstergesi. Bunda şaşacak bir şey yok. Zekâ, cüret, cesaret — bu özellikler illâ iyilerde olmaz (ve iyilik uğrunda kullanılmaz).[1] Kötülerde, hem çok kötülerde de olabilir (ve kötülüğe de kullanılabilir) pekâlâ. Mussolini, Hitler, Goering, Lenin, Stalin, daha yakın zamanlarda Milosevic, Tudjman, sonra Putin ve Şi Cinping gibi çağdaş diktatörlerin hepsinde görebiliriz bu tuhaf, bu benzersiz, bazıları için büyüleyici yırtıcılık, amansızlık, paralayıcılık ve zekâ bileşimini.[2]

Önemli olan, insanın zekâsını ne için, ne uğurda kullandığı. Ahir ömründe zekâsını kimin ermine verdiği. Zekâ bir kapasite. Hayat içinde karakter değiştirebiliyor. Yerine göre akıldan kopabiliyor. Akıllla, akıllılıkla zıtlaşabiliyor. Kiminde böyle kötücül, diyabolik bir karaktere bürünüyor.

*     *     *

Kapitalist dünya sisteminin gelişiminde, bazen bazı Büyük Devletler öne çıkıyor, bazen diğerleri. Özellikle geriden gelip yükselişe geçenler statükoya karşı çok daha saldırgan belirtiler gösterebiliyor. Bir kere hepsi, mevcut düzene karşı kâh soldan (Komünizm), kâh sağdan (Faşizm) bir Yeni Düzen vâdediyor. İkincisi, kendilerine has bazı teoriler peydahlıyorlar, yeniden paylaşım taleplerinde. Hitler, Doğu Avrupa’da (aşağılık Slavların diyarlarında) üstün Alman ırkına lâyık bir “yaşam alanı” (lebensraum) istiyor. Mussolini, İtalya’yı Roma İmparatorluğu’nun biricik meşru mirasçısı gibi gösterip, bütün Akdeniz (Mare Nostrum, bizim deniz) üzerinde hak iddia ediyor. Japon militarizmi, “Büyük Doğu Asya Ortak Refah Bölgesi” adı altında, Kore’yi, Çin’i ve Hindiçini’yi ucuz işgücü ve ucuz hammadde kaynaklarına dönüştürmeyi hedefliyor.

Ve hemen hepsi, bunu “anti-emperyalizm” adına yapıyor. Batı emperyalizmine söylemediklerini bırakmıyor. Halklara, sizi bunlardan kurtarmaya geliyoruz diye sesleniyor.

1920’ler ve 30’larda çok çıktı, bu hayale kapılıp Alman Nazizmine, Faşist İtalya’ya, Japon yayılmacılığına hizmet edenler. Şimdi de bazılarının Çin’e ve Rusya’ya hizmet arz ettiği gibi. Avrasyacılık, bu yeni emperyalist “anti-emperyalizm”in teorisi. Bir zamanlar Rus Çarlarının yayılma vizyonuydu (Panslavizmle elele). Şimdi, direkt Atlantikçiliğin (ABD – Avrupa ittifakının) karşıtı. Çin ise, Beyaz (Avrupa) emperyalizmi karşıtı Sarı (Asya) emperyalizminin eski temsilcisi Japonya’nın yerine aynı konuma oturdu. Bu koşullarda Avrasyacılık, Avrupası ve Asyası ile bütün Eski Dünya’nın, Batıdan koparılıp kâh neo-komünist Şi Cinping, kâh post-komünist Putin otoritarizminin yörüngesine çekilmesini amaçlıyor.

Türkiye’de de, derin devletin Batıya ve özellikle Amerika’ya karşı sırtını Çin’e ve Rusya’ya dayamak isteyen kesimleri var. Bunun için, bir yandan Çin ve Rusya’ya toz kondurmuyor, diğer yandan “süper anti-emperyalist” kesiliyorlar. Bunun için, Kürtçülükten Kürt düşmanlığına gelip, Müslüman Uygurların cebrî asimilasyona direncini, Çin’in PKK’sı diye kötülemeye kalkıyorlar (ama bu “terörizm birleştirmesi” üzerinden, PKK’yı doğuran koşullar hakkında ne demiş olduklarının farkına varmıyorlar, kimse de hatırlatmayı aklına getirmiyor). Gene bunun için, Taliban’ı dahi güzellemeye kalkıyorlar, Amerika’yı yendi diye. Elmalarla armutları topluyorlar. Moderniteye reaksiyon ile sömürgeciliğe reaksiyon, aynı şey. Kemalizm eşittir Taliban. Mustafa Kemal eşittir Taliban önderliği. Bu tür aforizmalarla, (a) mevcut iktidara yaranmaya, malzeme bulmaya; (b) Talibanı Türkiye’nin laik mahallesine kabul ettirmeye; (c) dünya kapitalist sisteminin periferisinde başgösteren bütün reaksiyonları, “anti-emperyalizm” diye aynı çuvala sokmaya kalkıyorlar.

Kuşkusuz gökten zembille inmiş değil. Teorik evveliyatı var. İşin ucu, Lenin’in jenerik anti-emperyalizmine dayanıyor.


[1] 1960’lar ve 70’lerde, solda bir iddia ortaya çıkmıştı, sağın sanatı olmaz, sağın şiiri ve şairi olmaz diye. Egosantrik zırvalığın doruğuydu.

[2] Bundan 13 yıl önce, eski Taraf gazetesindeki köşemde de, birkaç yazı boyunca işlemiştim bu fikri; örneğin bkz Tekrar, Hitler tipi cüret üzerine, 2008 Ocak sonları (fakat tam tarihini bulamıyorum).

- Advertisment -