[25-26 Temmuz 2021] İlk üç yazımda anlatmaya çalıştığım gibi, çizgisel bir seyir göstermeyen insanlık tarihinde, “dış” korkusu ilk küçük kandaşlık gruplarından İlkçağın sonlarına kadar, çok uzun süre zayıflayan bir boyut. Geleneksel tarım ve köylü toplumları üzerinde yükselen devlet ve imparatorluklar, iktidarlarını özel bir kültürel kimlik üzerine kurmuyor. Bir “biz” tanımı inşa edip buna kuvvetle sarılmıyor. Tahakküm, şiddet, öldürme kapasiteleri çok artıyor; doğru. Ama genellikle eklektik bir açıklık ve alıcılığı sürdürüyor; dışardan gelebilecek kültürel etkileri kendileri için bir tehdit kabul etmiyorlar.
Aralarında illâ güçlü sebep-sonuç ilişkileri olmayan, her biri ayrı bir boyutta, kendi göreli özerkliği içinde meydana gelen, ama üstüste binen beş altı gelişme, bu durumu tersyüz ediyor. Biri din (tektanrıcılık). İkincisi modernite. Üçüncüsü milliyetçilik. Dördüncüsü, modernitenin özel bir çehresi olarak emperyalizm (ve anti-emperyalizm). Beşincisi Komünizm. Altıncısı Faşizm ve Nazizm. Hepsi, ya doğrudan çok güçlü “iç” kimlikler ve/ya “dış”a tepki barikatları inşa ediyor. Devlet ideolojileri ve politikaları düzeyinde, “dış” korkusu tekrar yükseliyor ve kılıktan kılığa giriyor. Sırayla ele almaya çalışacağım.
Daha İlkçağdan Ortaçağa geçiş süreçlerinde, politeizmin yerini monoteizmin alması, devletin kimliğini ve davranış biçimlerini değiştirmesi açısından büyük önem taşıyor. Artık her şeyi yaratan tek ve rakipsiz bir ilâhî güç var. İnsanlarla arasındaki fark, ölümsüz (daha doğrusu, başsız ve sonsuz) olmasından ibaret değil. Çoktanrıcılığın tersine, insanlığın kaderine kayıtsız kalmıyor. Onları eğitmek ve kurtarmak için elçiler ve kitaplar gönderiyor. Bu peygamberler ve kutsal kitaplar etrafında, biricik doğru tanrı inancı örülüyor. Evrensel dinler hem çok daha geniş insanlık kesimlerini kucaklıyor. Hem de kendi dışı ile en azından ilkece, çoğu zaman da pratikte, çok sert bir zıtlık örüyor. Ortaçağda Hıristiyan âlemi ile İslâm âlemi birbirinden ayrışıyor. Aralarında bir düşmanlık uçurumu açılıyor. Karşılıklı kâh cihad, kâh haçlı seferleri düzenliyorlar.
Tabii her şey savaştan ibaret değil (zaten sürdürülemez). Ticaret de var, hac da, misyonerlik de. Yani bir yönüyle, ötekiler de insan kabul ediliyor, çünkü doğruyu görmeleri, hidayete erip bize geçmeleri mümkün. Ama tersinde, bizim yoldan çıkmamız da mümkün. Ama burada bir asimetri söz konusu, çünkü bizden ötekine geçmeye tolerans yok. Başlıbaşına bu faktör, bu tehlike, ifsâd edici kabul edilen etki ve faaliyetlere karşı ciddi bir “dış” korkusu ve tedirginliğini doğuruyor. Aynı kuşku ve tahammülsüzlük, her iki büyük tektanrıcı inanç sisteminin kendi içindeki mezhepleşme dinamiklerine de yansıyor. Müslümanlıkta Sünnî – Şiî kutuplaşması hâlâ çok güçlü. Batı Hıristiyanlığında Katolikler ve Protestanlar, ancak 16. ve 17. yüzyılların kanlı din savaşları sürecinde, ötekini imha etmeye çalışırken kendisi imha edilmenin eşiğine dayandığından, istemeye istemeye tolerans (hoşgörü) prensibi dediğimiz “yaşa ve bırak yaşasın” noktasına geliyor.
İkinci önemli gelişme, modernite. Hayır, tek başına emperyalizm ve kolonyalizm değil. Modernite daha geniş bir süreç ve kavram. Emperyalizmi de içine alıyor. Yeniçağda ve Yakınçağda emperyalizm, modernitenin yayılma biçim ve tezahürlerinden birini, tabii çok çarpıcı bir boyutunu ama gene de aslında tek bir boyutunu meydana getiriyor. Modernitenin tanımını bırakalım bir kenara. Önemli olan, yayılması ve dünyanın her köşesine girmesi, her yeri kaplaması. 1500 dolaylarına kadar, dünya “yatay” bir dünya. Yeryüzünün çeşitli köşelerine dağılmış kültür ve uygarlık daireleri söz konusu. Hıristiyan Avrupa, Müslüman Orta Doğu, Doğu Asya (Çin ve çevresi). Güney Asya (Hindistan ve çevresi). Ortalarında, İç Asya bozkırının atlı göçebelik havzası. Atlantik ötesinde, henüz varlığı bilinmeyen Mesoamerika… Ayrı ayrı eko-kültürel nişler. Böyle her nişin içinde, zaman zaman bir büyük imparatorluk yükselir düşerken, yörüngelerinde daha küçük devlet ve devletçikler dönüyor. Bu nişler birbirlerine ise çok fazla dokunmuyor. Her biri kendi “cihan”ında, kendi efektif eylem yarıçapı içinde en güçlü. Hepsinin kendi yazısı, edebiyatı, sanatı, mimarisi, dinî inançları, yönetim tarzı var. Özetle, modernite öncesinin bir büyük bölgesel geleneğini (regional great traditions) temsil ediyor.
Derken, bunlardan biri ve sadece biri diğerlerinin üzerinde yükselmeye başlıyor. Adına ister kapitalizm, ister modernite deyin; Ortaçağın sonlarında Avrupa’da yeni bir uygarlık kıvamı beliriyor. (Bu yol ayırımının tâ 11. yüzyılda başladığı iddiası yanlış. Oryantalist bir özcülük. Özcü bir determinizm. Spekülatif. Hiçbir tarihsel dayanağı yok. Günümüzün ileri dünya tarihçiliğinde böyle bir damar gözlenmiyor. Aksine, yol ayırımı İlkçağdan ve Ortaçağdan Yeniçağa çekilme eğiliminde.) Ciddî yaklaşım şu: büyük bir tarihî-coğrafî tesadüf söz konusu. Batı Avrupa, Avrasya’nın en batı ucu. Yani daha batıdaki, henüz kimsenin farkında olmadığı muazzam bir kıtaya en yakın nokta. Oradan denize açılanlar, tamamen kazara, kasıtsız-niyetsiz bir şekilde Amerikalara tosluyor. Ve ikinci tesadüf: yerlilerle aralarında, askerî-teknik bakımdan muazzam bir fark var. Bu sayede kolayca yeniyor, (Aztek ve İnkaları) yıkıp yokediyor, hızla sömürgeleştiriyor — ve yağmalıyorlar. Yeni Dünya’nın en başta altını ve gümüşü, sonra “üçgen ticareti”nin ve tabii en çok da köle ticaretinin kârları Eski Dünya’ya akıyor. Marx’ın “sermayenin ilk birikimi” (primitive accumulation) dediği süreci hızlandırıyor. Avrupa tüccarı, ancak bu yeni satınalma gücü sayesinde Hint Okyanusu ekonomik bölgesine nüfuz edebiliyor. Batı, coğrafî anlamda batı değil sosyo-ekonomik ve politik anlamda Batı oluyor. Yatay dünyanın yerini giderek dikey, hiyerarşik bir dünya alıyor.
Öyle veya böyle; bu ilk denizaşırı emperyalizm ve tüccar imparatorluklar kuşağı dahil, modernite kendi dışına taşarak dalga dalga yayılırken, modernite öncesi kültür ve uygarlık dairelerinin özerkliği kâh şu, kâh bu aşamada adım adım ortadan kalkıyor. Bir komplonun, üst aklın değil, tarihin kendiğininde akışının ürünü. İllâ şiddet, savaş, istilâ ve işgal (kısaca emperyalizm) yoluyla da olmuyor. Çok çeşitli karşılaşma (encounter) biçimleri içiçe geçiyor. İktisadî ve kültürel boyutları da çok güçlü. Ama bir, değişim rüzgarı hep dışarıdan (Batıdan) geliyor. Burada Amerikalar veya Çin veya Hindistan veya Japonya veya Zulular veya Aşantiler veya İran veya Osmanlı duruyor. Şurada ise Avrupa biraz daha hızlı gelişmiş; yeni şeyler icat etmeye koyulmuş. 1500’den itibaren gelip bu diğer Avrupa-ötesi dünyaların kapısını çalıyor. Göreli yalnızlık ve yalıtılmışlıkları kırılıyor. Bu yeni ve yabancı şeyler giriyor. Yazı, eğitim, sanat, mimarî, siyaset — bütün kültürler, toptan değişime uğruyor.
İki, bu karşılaşmalar eşitsiz ve giderek daha eşitsiz. Üç, hepsinin arkasında, her an başvurulmasa bile şiddet tehdidi ve potansiyeli duruyor. Bkz Carlo Cipolla, Guns and Sails [Top ve Yelken]; Jared Diamond, Guns, Germs and Steel [Tüfek, Mikrop ve Çelik]. Bunun olabilecek en şematik örneği, 250 yıldır izolasyon politikası izleyen Japonya’nın (limanlarının ve limanları üzerinden bütün ülkenin) zorla dışarıya açılması. 1853-1854’te Komodor Matthew Perry üç kere gelip gidiyor, ültimatomlar veriyor, filosunun patlayıcı konik mermiler atan modern toplarını karaya doğrultuyor ve 31 Mart 1854’te Kanagawa Konvansiyonu’nu imzalatmayı başarıyor.
Öyle ki, modernite ile emperyalizmi ayırdetmek zorlaşıyor. moderniteye tersten, yani modernitenin gelip tosladıkları açısından, modernite şokuna maruz kalanlar açısından bakarsak, şiddet, eşitsizlik, emperyalizm ve genel olarak “dış” etki algıları çakışıyor, özdeşleşiyor. (1) Bütün Batı-dışı ülkeler ve toplumlar açısından, ne alalım ve ne almayalım (what to take and not to take) tartışmaları doğuyor. (2) Bu tartışmaların hepsinde, “herşeyi alalım”cılar var (Batıcılar, terakkiciler, toptan modernistler); “hiçbir şeyi almayalım”cılar var (muhafazakârlar); “biraz alalım biraz almayalım”cılar var (modernist milliyetçiler, ılımlı reformatörler). (3) Tartışmanın merkezinde, nelerin “kimliğimiz” açısından yıkıcı olduğu veya olmadığı; ya da varsayılan o kimliğin (muhafazasının) neleri almakla bağdaşıp bağdaşmayacağı yatıyor.
Bu çerçevede, özellikle muhafazakârların, “bizim” kültür ve geleneklerimizin değişimini genel olarak moderniteye, modernite ile yüzyüze gelmeye ve rekabet edemediğini idrak etmeye değil, hemen sırf şiddete ve sömürgeciliğe bağlayarak “dış”ı veya “dış”tan geleni toptan kötüleyip reddetmesi için kuvvetli bir zemin doğuyor.