[26-27 Temmuz 2021] Marx (henüz 30’unda) ve Engels (28’inde), iki genç entellektüel olarak daha 1848’de çok net görmüşlerdi, Sanayi Devrimi’yle birlikte dünyanın nasıl değişmekte olduğunu. Bırakalım, işçi sınıfı devrimine, sosyalizme ve sınıfsız topluma ilişkin öngörülerini. Bunlar yanlış çıktı. Ama içinde yaşadıkları çağa, 1750-1850 arasına tanıklıkları başka bir yerde duruyor.
Bir güncel tarih ve bir sosyo-ekonomik tarih denemesi olarak, benzersizdir (yukarıda solda, ilk taslağından Marx’ın elyazısıyla elimizde kalan tek sayfasını, sağda ilk baskısının kapağını gördüğünüz) Komünist Partisi’nin Manifestosu’nun (Manifest der Kommunistischen Partei) “Burjuvalar ve Proleterler” başlıklı birinci bölümünün açılışı. Nedense bu açıdan kullanılmaz, okutulmaz günümüzde. Eski kuşaklar açısından unutulmaya, yeni kuşaklar açısından hiç öğrenilmemeye mahkûmdur sanki, içerdiği siyasal projenin iflâsı nedeniyle. Oysa zamanın akademik literatüründe hiç bulamayacağınız yoğunlukta bir özet, bir sentezdir. Gümbür gümbür bir anlatımla yakalarlar, kapitalizmin ister Avrupa içi, ister Avrupa dışı geleneksel tarım toplumları üzerindeki yıkıcı, dönüştürücü, özetle devrimci etkisini. Muazzam bir depremdir, modernitenin çıkagelişi. Sadece maddî-ekonomik değil, kültürel, düşünsel, psikolojik ve ideolojik boyutlarına da eğilirler.
Önce, doğrudan doğruya metni sunacağım (yer yer internetteki bazı emsallerinden de yararlandığım kendi çevirimle). Bazı kritik yerlerdeki vurgular (siyahlar) bana ait. Bu noktalardan hareketle, bir kaç gözlemde de bulunacağım.
* * *
Burjuvazi tarihsel bakımdan son derece devrimci bir rol oynadı.
Burjuvazi üstünlüğü ele geçirdiği her yerde her türlü kırsal, feodal, ataerkil ilişkilere son verdi. İnsanı “doğal üstleri”ne tâbi kılan feodal ilişkiler keşmekeşini acımasızca koparıp attı ve insan ile insan arasında çıplak çıkar dışında, duygusuz “nakit ödeme” dışında hiçbir rabıta bırakmadı. Dinî coşkunun, şövalyelik heyecanının ve zevksiz duygusallığın en kutsal ürpertilerini bencil hesapçılığın buz gibi soğuk sularında boğdu.
Kişisel itibarı değişim değerine indirgedi; dokunulmazlığı fermanlara yazılmış çok sayıda özgürlüğün yerine, Serbest Ticaret denen tek ve vicdansız özgürlüğü geçirdi. Özetle, üzerini dinî ve siyasî yanılsamaların örttüğü sömürünün yerini çıplak, hayasız, dolaysız, acımasız bir sömürü aldı.
Burjuvazi, şimdiye dek onurlu kabul edilen ve huşû içinde saygı gösterilen bütün meslekleri çevreleyen kutsallık hâlesini çekip aldı. Doktoru, avukatı, rahibi, şairi, bilim adamını kendi ücretli emekçisine dönüştürdü.
Burjuvazi ailenin üzerindeki duygusal örtüyü de yırtıp attı; aile ilişkisini basit bir para ilişkisine indirgedi.
Burjuvazi, Ortaçağa özgü, gericilerin o kadar hayran olduğu hayvanî kaba kuvvet gösterilerinin, nasıl olup da en asalak tembellikle elele gittiğini gözler önüne serdi. İlk defa, insanın çalışarak neler yapabileceğini gösterdi. Mısır piramitlerini, Roma su kemerlerini ve Gotik katedralleri çok aşan harikalar yarattı. Kavimlerin önceki bütün göçlerini de, Haçlıları da gölgede bırakan seferler düzenledi.
Burjuvazi, üretim araçlarını, dolayısıyla üretim ilişkilerini ve onlarla birlikte bütün sosyal ilişkileri sürekli devrimcileştirmeksizin varolamaz. Oysa eski üretim tarzlarının olduğu gibi korunması, geçmişteki bütün sanayi sınıflarının birinci varlık koşuluydu. Üretimin habire yenilenmesi, bütün toplumsal koşulların artsız aralıksız altüst edilmesi, belirsizlik ve huzursuzluğun süreklilik kazanması, burjuvazi çağının önceki dönemlere kıyasla ayırdedici özelliğidir. Tüm sabit, donmuş ilişkilerle birlikte, onlardan türeyen eski, saygıdeğer görüş ve önyargılar da çözülüyor; yeni karşılıkları ise daha kemikleşemeden zaman aşımına uğruyor. Katı sanılan her şey buharlaşıyor; bütün kutsallıklar horlanıyor; insan nihayet aklını başına toplayıp, varoluşunun gerçek koşullarıyla ve hemcinsleriyle olan ilişkileriyle cepheden yüzleşmek zorunda kalıyor.
Ürünleri için sürekli genişleyen pazarlar bulma ihtiyacı, burjuvaziyi yerkürenin her köşesine sürüklüyor. Her yerde yuvalanması, her yere yerleşmesi, her yerle ilişkiler kurması gerekiyor.
Burjuvazi, dünya pazarını sömürmek yoluyla, tek tek her ülkede üretime ve tüketime kozmopolit bir karakter kazandırdı. Sanayinin altından üzerinde durduğu eski zemini çekivermek suretiyle, Reaksiyoncuları kedere boğdu. Geçmişte kurulmuş bütün millî sanayiler ya yokedildi, ya da her gün yokediliyor. Yerlerini, devreye girmesi bütün medenî milletler için bir hayat memat meselesi olan yeni sanayiler — artık yerli hammaddeleri değil en ücra diyarlardan getirtilen hammaddeleri işleyen sanayiler; ürünleri sadece içerde değil, dünyanın her köşesinde tüketilen sanayiler alıyor. Ülkenin kendi üretimiyle karşılanan eski ihtiyaçlar yerine karşımıza, uzak iklim ve memleketlerin ürünleriyle karşılanabilecek yeni ihtiyaçlar çıkıyor. Eski yerel ve millî kapanma ve kendi kendine yeterlilik yerine, nereye baksak karşılıklı etkileşim görüyoruz; milletlerin karşılıklı bağımlılığı evrensel ölçekte yaşanıyor. Ve bu, maddî üretim için olduğu gibi entellektüel üretim için de geçerli. Tek tek ülkelerin zihinsel eserleri herkesin ortak malı haline geliyor. Millî tek-yanlılık ve dar-kafalılık giderek imkânsızlaşıyor. Çeşitli yerel ve millî edebiyatlardan bir dünya edebiyatı yükseliyor.
Burjuvazi, bütün üretim araçlarının hızla iyileşmesi ve iletişimin alabildiğine kolaylaşması yoluyla, en barbarları dahil bütün milletleri medeniyete çekiyor. Mallarının ucuz fiyatlarının ağır topçusuyla, bütün Çin Sedlerini yıkıyor ve barbarların son derece inatçı yabancı nefretini teslim alıyor. Bütün milletleri, yokolmak istemiyorlarsa burjuva üretim tarzını benimsemeye mecbur ediyor; adına medeniyet dediği şeyi içlerine almaya, yani kendileri burjuva olmaya mecbur ediyor. Tek kelimeyle, kendi suretinde bir dünya yaratıyor.
Burjuvazi kırsal alanları kentlerin egemenliğine tâbi kılıyor. Muazzam kentler yarattı, kırsal nüfusa kıyasla kent nüfusunu alabildiğine arttırdı, böylece nüfusun önemli bir kesimini kırsal hayatın eblehliğinden kurtardı. Köyü kente bağımlı kıldığı gibi, barbar ve yarı-barbar ülkeleri de medenî ülkelere, köylü milletleri burjuva milletlere, Doğuyu Batıya bağımlı kıldı.
* * *
Şimdi neler görüyoruz burada? Karl Polanyi’nin yaklaşık yüz yıl sonra kullanacağı deyimle Büyük Dönüşüm’ün (The Great Transformation, 1944) bütün temel unsur ve boyutları. En canalıcı bulduğum fikir ve ifadeleri tekrar sıralıyorum: (1) Kırsal, feodal, ataerkil ilişkilerin sonu. İnsanı “doğal üstleri”ne tâbi kılan feodal ilişkiler keşmekeşinin acımasızca koparılıp atılması. (2) Geleneksel konum, rütbe ve meslekleri çevreleyen kutsallık hâlesinin çekilip alınması. (3) Ortaçağın karakterizasyonu: [savaşçı hâkim sınıfların] kaba kuvvet gösterileri ve bunların en asalak tembellikle elele gitmesi. (4) Buna karşılık kapitalizmin ve burjuvazinin getirdiği çalışkanlık. (5) Üretimin habire yenilenmesi, bütün toplumsal koşulların artsız aralıksız altüst edilmesi, belirsizlik ve huzursuzluğun süreklilik kazanması. (6) Tüm sabit, donmuş ilişkilerle birlikte, onlardan türeyen eski, saygıdeğer görüş ve önyargıların da çözülmesi. Katı sanılan her şeyin buharlaşması.
(7) Kapitalizmin dünya çapında yayılması, uluslararasılaşması. (8) Bütün geleneksel toplumlara girmesi, her yere nüfuz etmesi, tek tek her ülkede üretime ve tüketime kozmopolit bir karakter kazandırması. (9) Geçmişte kurulmuş yerel-millî sanayileri çökertmesi. (10) Kentleşme yoluyla, kırsal hayatın eblehliğine son vermesi. (11) Eski yerel ve millî kapalılık ve kendi kendine yeterlilikleri yoketmesi. (12) Millî tek-yanlılık ve dar-kafalılığı imkânsızlaştırması.
(13) En barbarları dahil bütün milletleri medeniyete çekmesi. Ticaret yoluyla, [kapitalizm öncesinin direnci anlamında] bütün Çin Sedlerini yıkması. Barbarların son derece inatçı yabancı nefretini teslim alması. (14) Bütün milletleri, burjuva üretim tarzını benimsemeye mecbur etmesi. Adına medeniyet dediği şeyi içlerine almaya, yani kendileri burjuva olmaya zorlaması. (15) Köyü kente bağımlı kıldığı gibi, barbar ve yarı-barbar ülkeleride medenî ülkelere, köylü milletleri burjuva milletlere, Doğuyu Batıya bağımlı kılması.
* * *
Benim altını çizmek istediğim nokta şu: Marx ve Engels son derece modern ve modernist. Kapitalizm ile kapitalizm-öncesi, modernite ile modernite-öncesi arasındaki karşılaşma ve çatışmada, kendi pozisyonları tamamen kapitalizmden yana. Bu çatışma ister Batı içinde, ister Batı ile Batı-ötesi arasında cereyan etsin, fark etmez (diyorlar). Avrupa’nın köyleri ile yeryüzünün barbar ve köylü milletleri bir bakıma aynı şey. Kapitalizmin yayılması hepsine medeniyet götürüyor, hepsini medeniyetin yörüngesine çekiyor. Marksizmin kurucuları, bu açıdan kapitalizmin devrimci rolüne fazlasıyla kefil oluyor, sahip çıkıyor. Manifesto’nun ve Marksist teorinin bütününde, ancak kapitalizmin kötü yanıyla ve işçi sınıfı devrimiyle dengelenecek olan bir övgü, bir kefalet (underwriting). Bu da onları, modernizmin uzantısında, Avrupa-merkezciliğe ve Oryantalizme götürüyor.
Marksizmi bir din haline getirmemişseniz, bunda şaşacak bir şey yok. Tabii, tarihin dışında ve üstünde değiller. Onlar da kendi çağlarının, kendi koşullarının insanı. 19. yüzyıl antropolojisinin) daha önce değindiğim bütün kavram ve kategorilerini olduğu gibi benimsiyorlar. Medeniyet, sırf Avrupa, kapitalizm, modernite. Diğerleri geri, köylü, barbar. Bu terimlerle konuşuyor, çünkü başkasını bilmiyorlar. Ama bu çerçevede de olsa, bu kapitalizm veya modernite veya medeniyetin yeryüzünün diğer köşelerindeki pre-modernitelere gidip çarpmasının ne demek olabileceğini, çarpılan toplumlar açısından “dış” etkinin boyutları ve sonuçlarını, en azından kuvvetle imâ ediyorlar.
Onlar, ötekiler, the Rest, Batı-dışı açısından bakmıyorlar. Batı içinden, modernite içinden bakıyor, ama gene de imâ ediyor ve gerisini kendimiz düşünmemiz için önemli ipuçları sunuyorlar. Emperyalizm demiyorlar ve anti-emperyalist bir tavır almıyorlar. 1848’de, henüz (Hobsbawm’ın ifadesiyle) Sermaye Çağı’nın şafağındayız. İmparatorluk Çağı henüz ufukta gözükmüyor (Yeni Emperyalizm, the New Imperialism, 1870’lerde başlayacak). Bu çerçevede, kapitalizmin (yüzlerce, binlerce yıllık duraganlıklara son vermek diye de tarif edebilecekleri) ilerici rolünü öne çıkarıyorlar. Şark Meselesine, yani 19. yüzyılın ikinci yarısında Osmanlı İmparatorluğu üzerindeki paylaşım mücadelesine bakışları da aynı doğrultuda. İngiltere ve Fransa’yı, Rusya’ya karşı Osmanlıyı yeterince destekleyip himaye etmediği için kızıyorlar. Yani bir emperyalizm sorunu değil, Avrupa politikasının bir iç meselesi gibi telakki ediyorlar.
Burada, Marksizm tarihi açısından ilginç bir mesele var. Marx ve Engels’in kapitalizmin dönüştürücü rolüne bu derece kefil olmasının yerini, çok değil, yarım yüzyıl sonra Leninist emperyalizm ve anti-emperyalizm teorisi olacak. “Dış” Marx ve Engels’te neredeyse her şeyiyle iyiyken, Lenin’de toptan ve topyekûn kötülüğe dönüşecek. Bu da başka türlü bir metafizik değil mi acaba? Böyle toptancı bir anti-emperyalizm, meselâ günümüzün kapanmacı milliyetçiliklerine ne gibi bir rasyonalizasyon sunuyor? Onların, Marx ve Engels’in “kırsal [veya taşralı] eblehlik” diye tarif edebileceği özelliklerini soylulaştırmaya ne ölçüde hizmet ediyor?
Önümüzdeki yazılarda, buna da eğileceğim kuşkusuz. Şimdilik şununla bitireyim: 1848’deki Marx ve Engels ile 1915-1921 arasının Mehmed Âkif’i, kapitalizme ve moderniteye dürbünün iki zıt ucundan bakıyor. İlk ikisi medeniyetin yayılması ve evrenselleşmesinden yana. Diğeri “medeniyet dediğin tek dişi kalmış canavar”a karşı görece Leninist denebilecek bir duruşu simgeliyor.
Marx ve Engels için Âkif’in bu ve benzeri dizeleri, belki “barbarların son derece inatçı yabancı nefreti” kategorisine girer. Girer mi? Düşünmek lâzım. Ama tarihsel süreci o kadar canlı bir şekilde betimliyorlar ki, olaya bir de (3) Öldürücülük halkaları yazımın uzun dipnotunda sözünü ettiğim kötü kral Twala açısında yaklaşmaya; Twala’nın tepkisinin, reaksiyonunun ve bakış açısının ne olabileceği üzerinde kafa yormaya olanak veriyor.