[29 Temmuz 2021] Milliyetçi boğazlaşmalarda, bir tarafın kahramanı, başka bir taraf için canavardır mutlaka. İster Talât Paşa, ister Topal Osman, ister Bahattin Şakir, ister Kuşçubaşı Eşref, ister Franjo Tudjman, ister Slobodan Milosevic, ister Ratko Mladiç.
Bir zamanlar Yugoslavya diye bir ülke vardı. Diktatörlüktü. Komünist bir tek parti rejimi altındaydı. Ama İkinci Dünya Savaşında Nazi işgaline karşı kendisi direnmiş, Sovyet orduları tarafından kurtarılmamıştı. Bu sayede, daha sonra Stalin’den de kopabilmiş ve NATO ile Varşova Paktı arasında bir “bloksuzluk” (non-alignment) çizgisi izleyebilmişti. Aynı zamanda, ülke içindeki çeşitli etnik grup ve kimliklere görece saygılıydı. Özellikle Sırp ve Hırvat çoğunluk milliyetçiliklerini frenliyor; başka herkes (Slovenler, Makedonlar, Karadağlılar, Boşnaklar, Kosovalılar) üzerinde tahakküm kurmalarını önlüyor; federal bir cumhuriyet içinde bir arada yaşamalarına çalışıyordu.
Olmadı, tutunamadı. Önce Tito’nun ölümü (1980) bir önderlik boşluğu yarattı. Üzerine, Sovyetler Birliği’nin özel ve sosyalizmin genel çöküşü geldi. “Emeğin kurtuluşu” ideolojisi artık meşruiyet sağlamaz oldu. Rusya’da, Belarus’ta, Ukrayna’da, Kafkasya’da yaşananlar aynen Yugoslavya’ya da yansıdı. Kıdemli komünist liderlerin çoğu ayakta kalabilmek için kapağı kendi milliyetçiliğine attı. Tabii çok daha büyük, dolayısıyla komik değil trajik bir ölçekte, yaygın bir “Doğu Perinçek’leşme” süreci yaşandı. Belgrad’da Titocular, Yugoslavyacılar devrildi; Milosevic’in başını çektiği Sırp milliyetçileri iktidara geldi. Bütün Yugoslav ordusu ve devlet olanakları onların eline geçti. Bir “Büyük Sırbistan” politikası izlemeye koyuldular. Diğer cumhuriyetlerde, nerede önemli bir Sırp nüfus varsa ayrılıp Sırbistan’a katılmasını körüklediler. Şiddet yaygınlaştı. Bütün milliyetçiler karşılıklı silâha sarıldı. Toplumlar militarize oldu. Sırbistan-Hırvatistan sınır bölgesinde, “haftasonu askerleri” karşılıklı akın ve pusulara girişti. Paralı askerler devreye girdi. Ratko Mladiç konutasındaki Republika Srpska ordusu, Srebrenica’da yaklaşık 8000 Boşnağı çoluk çocuk demeden katletti. Kan banyosu, Kosova’ya da sıçramışken Birleşmiş Milletler müdahalesiyle durdurulabildi.
Durdurmasalar mıydı? Seyretseler daha mı iyiydi? 1995 barışından birkaç yıl sonra, bir barış, diyalog ve rehabilitasyon programı çerçevesinde ben de gittim Saraybosna’ya. Nehir boyunca aşağı yukarı yürüdüm. Binaların cephesindeki mermi izlerine baktım. Boşnak, Sırp ve Kosovalı tarih öğretmenleriyle bir masanın etrafında iki gün geçirdik. Hepsi aynı derecede milliyetçiydi. Öfke doluydular. Kendi doğruluk ve haklılıkları, dolayısıyla kendi mağduriyetleri dışında hiçbir şey yoktu, kimsenin kafasında. Yugoslavya’nın can çekişmesinin ortak tarihi nasıl yazılabilir diye sorduğumuzda, hep kendilerine (ve sadece kendilerine) yapılanları en baştan sayıp dökmeye koyuluyorlardı.
Kimse kendisiyle yüzleşmeyince ve kafalar böyle çalışmaya devam edince, Bosna’da barış çok sığ kaldı maalesef. Bir kere daha, bütün taraflar güvenlik uğruna kendi bölgeleri ve tabanlarına yaslandı. Etnik Sırp, etnik Hırvat ve Müslüman Boşnak liderler barış görüntüsü altında bölünmeyi tercih etti. Republika Srpska ve Boşnak Hırvat Federasyonu diye iki yarı-özerk bölge kuruldu. Ortak eşbaşkanlık göstermelik kaldı. Esas güç bu iki rakip ayakta yoğunlaştı.
O ilk ve tek ziyaretimin üzerinden belki 20 yıl geçmiş olmalı. Ratko Mladiç uzun süre kaçıp saklandıktan (ve korunduktan) sonra 2011’de Sırbistan’ın kuzeyindeki bir köyde yakalandı. Tutuklandı ve yeni Sırbistan hükümeti tarafından ülke dışına çıkarılıp Hollanda’nın Den Haag (Lahey, The Hague) kentindeki Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne teslim edildi. Tutuklamasalar mıydı? Teslim etmeseler miydi? (Katlettikleri arasında 8000 Müslüman olunca, “dış” korkusu ve nefreti ne kolay unutuluyor!) Yargılandı. 2017’de soykırım dahil ömür boyu hapse mahkûm edildi. İtirazları reddedildi; cezası bundan bir ay önce onandı. Yargılanmasa mıydı? Mahkûm edilmese miydi? (“Bizim” tarafımızdan değil de “bize” yapılınca, soykırım nasıl evrensel bir insanlık suçu olarak kabul ediliveriyor, değil mi?)
Fakat inkârcılar her yerde, kuşkusuz. Yugoslavya’nın canına okumuş olmaktan zerrece hicap duymayan, içleri sızlamayan Bosnalı Sırplar, gene iş başında. Uzun süredir, Bosna’yı yaşatabilmek için kurulan çok-etnili kurum ve kurulları boykot ediyorlar. Parlamentoyu felce uğratıyorlar. Sadece, 1995 barış anlaşmasıyla kendilerine tanınan Republika Srpska özerk bölgesini tahkim ediyorlar. Srebrenica kadar alenî, ayrıntılarını bütün dünyanın bildiği bir faciaya dahi utanmadan soykırım değil diyorlar. Mladiç’in cezasının onaylanmasını, (yukarıda görüldüğü gibi) kahramanlarının posterlerini her yere, hattâ Srebrenica’ya bile asarak karşıladılar.
Öte yandan, 1995 barış anlaşması çerçevesinde Bosna’ya bir de Birleşmiş Milletler Yüksek Temsilcisi tâyin edilmekte. Şu anda, Avusturyalı diplomat Valentin Inzko bu görevde. Yasa koyma, yasaları veto etme, politikacılara görevden alma yetkileri var. Evet, bir tür sömürge valisi gibi. Ne acı. Fakat olmasın mı? Bosna kendi kendisini yönetebilecek mi o zaman? Barış sürecek mi, yoksa Republika Srpska özerk bölgesi ile Boşnak-Hırvat Federasyonu, tekrar savaşmaya mı koyulacak?
İşte size son haber (hemen bugünkü, 29 Temmuz tarihli BBC web sitesinden aldım). Her yere fütursuzca asılan Mladiç posterleri ve genel olarak Sırp milliyetçiliği, Valentin Inzko’nun canına tak demiş artık. Soykırım inkârını resmen yasaklamış ve beş yıla kadar hapisle cezalandırılabilir bir suç olarak tanımlamış. Yapmasa mıydı? Yeri gelmişken hatırlatayım; ben (meselâ 1915 Ermeni soykırımı gibi) tarihî olaylara hukukun, politikanın, parlamentoların, (en son Biden misali) devlet başkanlarının müdahale etmesine kesinlikle karşıyım. Bunlar ancak bilimsel, akademik, kamusal tartışmaların konusu olabilir. Tarihsel gerçeğe hukukî-siyasî iradenin karışmasını kabul eden, fikrin ve bilimin özerkliğinin çiğnenmesini de kabul etmiş demektir. Bu, tarihçiler olarak, bilim insanları olarak, akademikler olarak bizim varlık zeminimiz ve alanımızın elimizden alınması demektir. “Benim görüşüme yakın karar çıkar” gibi kısa vâdeli bir fırsatçılıkla, asla bu temel ilkeden vazgeçemem. Geçelim. Fakat burada tarih değil güncellik, yüz yıl değil bugün sayılabilecek bir “çok yakın geçmiş” söz konusu. Birileri katilleri yüceltirken yaptıklarını da yüceltiyor. Suç sayılan fiili övüyor düpedüz. Ve dolayısıyla aynısını tekrar yapmaya hazırlanıyor. En azından, yeni bir toplum kurulmasını imkânsız hale getiriyor.
Tam bir iç/dış ikilemi. Inzko aslında epey beklemiş bu adımı atmadan. “Yerel politikacılara bir şans tanıdım, kendi [soykırım inkârı] yasalarını geçirsinler diye. En iyisi bu olurdu. Ama böyle dört beş girişim başarısızlığa uğradı ve son on yılda, artık herhangi bir soykırım inkârı yasası çıkarma imkânı kalmadı.” Yeter, demiş bir noktada. “Bir şeyler yapmak zorundaydım. Vicdanımın sesini dinledim. Savaş suçlularının göklere çıkarıldığı bir ülkede yaşıyorsanız, gelecek çok iyi olamaz.”
Buna karşılık, ne beklersiniz; Türk milliyetçileri ve ulusalcıları gibi Sırp milliyetçileri için de “dış” her zaman ve her yerde mutlak surette kötü değil mi? Düşmanlarımız tezgâhlamıyor mu bütün bu hainlikleri? Velev katliamları içersin, ne çıkar; tam bağımsızlığımıza aykırı değil mi? Nitekim Bosna Sırplarının lideri Miloran Dodik, ceza yasasındaki bu değişikliği kabul etmeyeceklerini açıklamış.