Geçtiğimiz hafta Diyanet İşleri Başkanlığı (DİB) siyasal gündemin önemli konularından biri olarak öne çıktı.
DİB’e bağlı Din İşleri Yüksek Kurulu tarafından bir yıldır çalışması sürdürülen Kendi Dilinden Fetö – Örgütlü Bir Din İstismarı başlıklı, önemli bir rapor, Prof. Dr. Mehmet Görmez tarafından kamuoyuna açıklandı. Aaşağı yukarı eş zamanlı olarak, başkanın iktidarla anlaşmazlığı nedeniyle emekliye sevk edileceği söylentisi değişik tartışmalara yol açtı.
Söylentiler doğru çıktı ve DİB’in 17. Başkanı Mehmet Görmez , yedi yılın (yeni beş yıllık ilk görev süresinin ve ikinci görev döneminin sadece ilk iki yılının) ardından, daha üç yılı varken emekliye ayrıldı. Bundan sonra, kuruluş yasası 2015 yılında çıkan “Türkiye Uluslararası İslam, Bilim ve Teknoloji Üniversitesi”nin kurucu rektörü olarak akademi dünyasına geçeceği yazıldı.
Ancak Prof. Görmez’in bundan sonra ne yapacağı veya ne olacağı bir yana, bu rapor ve istifa olayına biraz eğilince bunların durumumuza dair çok şey anlattığı görülüyor.
Bir türlü uygun yer bulamadığımız Diyanet İşleri
Bunlardan biri, Anayasa’daki tarifiyle “laik” düzenimizde Diyanet İşleri Başkanlığı’nın devlet yapılanması içindeki kurumsal konumu; mevcut iktidarla arasındaki ilişkinin niteliği ve işleyişi.
Diğeri ise, “Basra neredeyse harap olduktan sonra” gelen FETÖ raporunun, halkın samimi inançlarını kullanarak siyasal amaçlarına ulaşmak isteyenlere karşı verilecek mücadelede oynayacağı rol.
Diyanet İşleri Başkanlığı’nın devletin bir parçası, hem de birçok bakanlığı geride bırakan bir parçası olarak varoluşunu, özgürlükçü laiklik anlayışım içerisinde demokratik bir konuma yerleştiremiyorum., İnançla ilgili yapılanmaların her kesim için devlet dışında ve sivil zeminde olması gerektiğini düşünenlerdenim. Tarihten devralınan geleneklerin, kurumların, alışkanlıkların öneminin farkındayım ama demokratik uyumlulaştırma adına, adalet ve eşitlik gibi değerleri gözeten, zamanın ruhuna uygun reformcu adımların atılması gerektiğini de görüyorum.
Ancak, DİB’in Cumhuriyet’in kuruluşundan beri iktidarların inanç alanındaki politikalarının doğrudan uygulama kurumu olarak çalıştığı, bu bağlamda yaygın personeli, örgütü ve devasa bütçesiyle birçok bakanlıktan etkili olduğu biliniyor.
Diyanet’in iktidardan bağımsız ve özerk bir işleyişi olması gerektiği ileri sürenler ise, onun bütçeden pay almadan yalnız toplum desteğine dayanarak faaliyet sürdürmesini pek de göze alamıyor, konunun etrafında dolaşıp duruyorlar.
Diyanet İşleri Başkanı deyince…
Başkanlarla iktidarlar arasındaki ilişkinin hep sorunlu olduğunu, konuyu araştıranların yazdıklarından görüyoruz. İktidar ve sorumlu başbakan yardımcıları bağımsızlık havasındaki başkanlardan şikayet ediyor; DİB başkanları ve mensupları ise demek istiyorlar ki “biz şeyhülislamlık gibi büyük bir tarihsel kurumun devamıyız; bu nedenle sıradan bir devlet kurumu ve sıradan bir bürokrat muamelesi görmemeliyiz.”
Bu defa da farklı olmadı. Prof. Dr. Görmez’ın görevi sırasında başkanlığının bağlı bulunduğu dönemin Başbakan Yardımcısı Numan Kurtulmuş’la iletişim sorunu yaşadığı, Kutlu Doğum Haftası’nın FETÖ’nün bir projesi gibi değerlendirilmesine karşı çıktığı ve TRT’de yapılan “Kur’an-ı Kerim’i Güzel Okuma Yarışması”nın konusunu eleştirdiği için Cumhurbaşkanı Erdoğan’la anlaşmazlığa düştüğü ileri sürüldü. Hattâ DİB’in FETÖ’ya karşı yeterli tavır almadığı da bu iddialar arasındaydı.
Açıkçası, ülkeyi yöneten hükümet ve Cumhurbaşkanı ile Diyanet İşleri Başkanı, hepsi dindar oldukları halde ne Diyanet kurumunun özel konumu, ne de faaliyetinin sınırı veya bağımsızlığı hususunda anlayış birliği sağlayabiliyor. İktidar hep kendine tabi bir başkan, kuruluş ve faaliyet istiyor. DİB ise iktidarın sıradan bir bürokrat muamelesi görmek istemiyor ve faaliyet programını kendi oluşturmak arzusunu sergiliyor.
Hadise böyle. Henüz hadisenin içinde Hanefi mezhebine dahil olmayan Müslümanların, Alevilerin, Yahudilerin, Hıristiyanların, inanmayanların durumu ve sorunları yok. Onlara bu ülkenin eşit hak sahibi yurttaşları olarak yaklaşan ve faaliyetlerini onları gözeterek gerçekleştiren, özgürlükçü laik bir inanç yapılanmasından henüz hayli uzaktayız.
Yani, işi büyük ölçüde iktidarların insafına ve Diyanet İşleri başkanlarının ferasetine bırakmış gidiyoruz. Nereye kadar?
Görmez’ den geriye kalan raporlar
İnananlar için terörle iç içe geçmiş iki önemli inanç örgütlenmesinin gerçek mahiyetini açıklayan raporlar hazırlamak, gördüğüm kadarıyla Mehmet Görmez’in DİB döneminin en dikkat çeken faaliyetlerinden biri oldu. Birkaç yıldır uluslararası kamuoyunun da büyük bir sorun olarak gördüğü, güney sınırımızda yüz binlerce insanın hayatına mal olan ve ülkeleri yerle yeksan eden dini terör örgütü IŞİD (DAEŞ veya DEAŞ) hakkında hazırladıkları raporun sekiz dünya diline çevrildiği ifade ediliyor. Oldukça iyi bir çalışma olduğu kaydediliyor.
Asıl ele almak istediğim ise, başlığını yukarıda verdiğim ve Görmez’in giderayak yayınladığı FETÖ Raporu.
Hiç şüphesiz 15 Temmuz 2016 FETÖ’cü darbe girişimine dair dâvâların bütün hızıyla devam ettiği dönemde böyle bir raporu ortaya çıkarmakla, DİB ve Görmez önemli bir hizmeti yerine getirdi.
Diyanet İşleri Başkanı’nın tam da bu dönemde emekli olması ve yayılan söylentiler biraz bu raporun gölgelenmesine yol açtı. Emek verenler ve rapor adına can sıkıcı bir talihsizlik oldu.
Sorular kimseyi rahatsız etmesin!
Madalyomnun diğer yüzünde, olanlar olduktan, ölenler öldükten ve ülke ciddi bir felaketin eşiğinden döndükten sonra, inanç alanında yurttaşları aydınlatmak ve eğitmekle görevlendirilmiş 120 bin personelli bir devlet kurumunun böyle bir rapor hazırlaması, elbette ki her yönüyle tartışmayı gerektiriyor.
O nedenle, bu kadar önem verilen, her daim sert tartışma ve saflaşmalara konu olan DİB’in olan bitene karşı hangi saiklerle sessiz kaldığı, o süre içerisinde Fetullah Gülen ve örgütüne mensup olanlarla ne tür bir ilişki geliştirdiği doğal olarak sorgulanacaktır.
DİB’e, başkanına ve mensuplarına emrinin altındaki bürokratlar gözüyle bakan bir iktidarın, inançların siyasal amaçla suistimal edilmesi için olağanüstü yaygın bir örgüt olarak ortaya çıkan FETÖ’ ye karşı dindar yurttaşları ve genel olarak toplumu zamanında uyarmak amacıyla bir uyarı, öneri, direktif, teklif, talimat verip vermediği de tabii ki sorgulanacaktır ve sorgulanmalıdır.
Mehmet Görmez son konuşmasında raporu ima ederek geciktiklerini belirtip, özür anlamında sözler ifade etmişti. Bu gecikmede iktidara, hükümete düşen bir pay yok mu? Bunun sorgulanmasından rahatsız olunmamalı.
Eğitimli ve eğitimsiz yüz binlerce samimi dindar yurttaşı, din adına ihtiraslı bir eski vaizin eline teslim eden süreç nasıl işlemiş; devlet kurumlarının ve yetkililerinin seyirciliği, kayıtsızlığı, kollaması, bilip sessiz kalması, bilmeyip iyi bir şey yaptığını zannetmesi nasıl gerçekleşmiş… sormak ve bilmek herkesin hakkı.
Hiç süphesiz bu sorular raporun önemi ve değerini hafifletmeye neden olmamalı. Raporun geç yayınlanması elbette ki hiç yayınlanmamasından çok daha iyi.
DİB’in işleviyle uyumlu, iyi bir rapor
Öncelikle, Fethullah Gülen’in uzun yıllar boyunca muhtelif yerlerde yaptığı konuşma ve vaazlar ile yayınladığı kitap ve dergilerde yer alan yazılarını, İslamiyetin dini ilke, usul ve kriterler bakımından genel kabul gören ve üzerinde tartışma olmayan temel kaynaklara dayanarak ayrıntılı bir şekilde analiz eden, bazı tartışmalı yönleri bulunsa bile iyi ve ilginç bir raporla karşı karşıya olduğumuzu belirtmeliyiz.
670 saat süren sesli ve görüntülü konuşmalar ve 80 kitap incelenerek hazırlanmış bir rapor.
Mehmet Görmez giriş bölümünde, böyle bir rapor hazırlamaya koyulmalarının nedeni olarak “ülkemizi 15 Temmuz 2016 tarihinde büyük bir felaketin eşiğine getiren ve örgütlü bir din istismarı hareketi olan FETÖ/PDY (Fetullahçı Terör Örgütü/Paralel Devlet Yapılanması)”nın sürdürdüğü çalışmaları gösteriyor.
Görmez, Din İşleri Yüksek Kurulu’nca hazırlanan raporun değerini anlatmak için “Selçuklu döneminde Haşhaşiler’e karşı İmam Gazali’nin çalışması, Osmanlı döneminde Kadızadeliler’e karşı Kâtip Çelebi’nin çalışması kadar önem arz ettiğini” vurguluyor.
140 sayfalık rapor altı bölümden oluşuyor. Bunlar arasında, Fetullah Gülen’in kendini dini bakımdan nasıl konumlandırdığı; cemaatiyle sürdürdüğü ilişkilerde rüyaları nasıl kullandığı; dinler arası diyalog faaliyetlerinin asıl amacının ne olduğu; istediği doğrultuda hareket ettirebilmek uğruna cemaatine ne gibi itikada aykırı nitelikler yakıştırdığı; amacına ulaşmak için aklı, mantığı ve dini akideleri zorlayan ne gibi iddialar ortaya attığı ve cinlerle nasıl ilişkiler kurduğunu iddia ettiğine dair bölümler bulunuyor.
Doğrusu bu konularda bir görüş ileri sürecek ve tartışma yürütecek durumda değilim. Ancak, kendi mantalitesi ve metodolojisi içinde raporu başarılı buldum.
Öyle ki, okuduğum kadarıyla raporu hazırlayan uzmanlar, Gülen’in otuz kırk yıllık saçma ve acayip tez ve iddialarını, doğrudan onun sözü ve yazıları üzerinden, dini ayet, ilke, kural ve kaidelerle karşılaştırarak çökertmekte hiç de zorluk çekmemişler.
Raporun sonuç bölümünde ise, Gülen’in görüş, iddia ve tavırlarına yönelik olarak, “İslam’ın Kur’an ve Sünnet’e dayalı kelam ve fıkıh usulü çerçevesinde tanımlanan ana yaklaşımı dikkate alındığında bu çalışmada alıntılanan sözler hiçbir şekilde savunulamaz ya da te’vil edilemez” deniyor.
Yani raporun yazarları ve Diyanet demek istiyor ki, Gülen’in yazıp söyledikleri öyle dil sürçmesi, ağızdan kaçırma veya istemeyerek söylenmiş maksadını aşan ifadeler filan değildir. Düşünerek ve/ya hesaplanarak ortaya konulan somut sözler ve yazılardır. Rapora göre yapılan değerlendirme, Fetullah Gülen’in gerçek yüzünü ortaya çıkarmıştır ve hiçbir karşı değerlendirme bunu tersine çeviremez.
Dindarların iç meselesi değil!
Aslında bu uzun raporun oldukça kısa olan sonuç bölümünde on başlık altında özet olarak verilen değerlendirmeler, İslamın tartışmasız kabul gören kaynakları bakımından Fetullah Gülen’in ne olduğunu bir kez daha ortaya konuyor.
Açıkçası, MASAK’ın verdiği bilgiye göre 9106 şirketi ve 96 vakfı olan; dershane, okul ve yurt olarak 1350 kuruluşu yöneten; 902 derneği bulunan; Türkiye’de 17 üniversite kuran ve merkezi ABD’de bulunan bir örgütün tepesinde oturan bir kişi, yıllar boyu yazıp söyledikleriyle insanları aldatmış. Devletin bütün kritik kurumlarına sızmış ama güvenilen sorumlular muhtelif gerekçeler ve hesaplarla seyretmişler. Diyanet de bunların başında gelenlerden biri.
Bitirirken şunları belirtmek isterim: yurttaşların inançlarını akıl almaz çıkarları uğruna suistimal edenlere, devlet kurum ve imkânlarını bu amaçla kullananlara, bu uğurda baskı ve teröre başvuranlara karşı toplumsal duyarlılığı geliştirmek ve aydınlatıcı çalışmalar yapmak, sadece dindarlara ve iktidarlara bırakılacak bir mesele değildir.
Bu dindarların bir iç meselesi değildir.
Ayrıca, kamplaşmayı körükleyecek kötü bir proje diye değerlendirdiğim “cami gençliği” örgütlenerek de bu işin üstesinden gelinemez.
Laik ve dindar toplum kesimlerinin demokrasinin ortak değerlerinde buluşmasını sağlayacak adımların atılmasına ihtiyaç var. İki kesimi birbirine yaklaştıran her adım inanç simsarlarının at koşturduğu alanları daraltacaktır.
Rapor bana bunları söylüyor.