Ana SayfaYazarlarDost acı söyler

Dost acı söyler

 

[1 Ağustos 2019] Neyse, Anayasa Mahkemesi kıl payı farkla da olsa (ve ifade hürriyetini devlete sadakat koşuluna bağlayan bazı çok garip muhalefet şerhleri pahasına) sonunda doğru bir karar verdi de, Türkiye ve hukuk adına biraz rahat bir nefes aldık. Ama kendinden hoşnutluğa ve sonunda kazanmış, doğrulanmış hissetmeye kapılmadan önce, imzacıların da, onlarla muhteva konusunda hemfikir olanların da, (benim gibi) görüşlerine katılmamakla birlikte onları Voltaire’ci bir tavırla hak ve özgürlükler açısından savunanların da durup düşünmesi gereken kritik bir nokta var:

Üç yıl önceki bu bildirinin demokrasiye yararı mı, zararı mı oldu?

Ben net bir şekilde zararı olduğu kanısındayım.

 

O kadar kaba bir solculuğun ürünüydü… O kadar tek-yanlıydı… İçeriği gerçeklere o kadar aykırıydı ki… Çok kolay hedef seçildi ve gösterildi. Mevcut gerilim ve kutuplaşma eğilimlerini büsbütün tırmandırdı. Milliyetçiliği ve bekacılığı köpürttü. Muhalefetin ötekileştirilmesi ve şeytanlaştırılmasını kolaylaştırdı.

 

“Körü körüne düşman, her durumda öncelikle ülkesi ve toplumundan nefret eden [self-hating], işe yaramaz ve iflâh olmaz öğretim üyeleri” karikatürüne, stereotipine (kalıpyargısına) maalesef cuk oturdu. Aydın düşmanlığını besledi. Üniversite özerkliği ve bilim özgürlüğüne karşı yeni ve büyük bir saldırı dalgasının yükselmesine çanak tuttu. 

 

Siyasî bir organizma olarak toplum, iktidarı ve muhalefeti (muhalefetleri) ile bir bütün. Kültürün ve kurumların zaman içinde demokratikleşmesi, giderek hoşgörülü bir istikrarın oluşması, sadece bir tarafın değil, her iki tarafın nasıl mücadele ettiğine; maksimalizme ve imhacılığa mı, yoksa itidal ve uzlaşmacılığa mı yaklaştığına; rakiplerini toptan bloklaştırıp bloklaştırmadığına; hangi dili kullandığına ve ne gibi araçlara başvurduğuna bağlı.

 

Dolayısıyla her akımın, her partinin, her grup veya mahfilin önünde, karşıtlarını yumuşatmak mı, alabildiğine sertleştirmek mi diye bir sorun da duruyor.

 

Şubat 2016’da kaybettiğimiz (tesadüf, 1128’ler bildirisi etrafında kıyamet koparken hastanede kansere karşı son mücadelesini vermekte olan) Tosun Terzioğlu, Sabancı Üniversitesi kurucu rektörlüğü dönemi sona ererken yaptığı veda konuşmasında, Boğaz akıntılarının tam gözüne kürek çekmektense “akıntıyı diyagonal kesebilen” bir muhalefet anlayışından söz etmişti. Arkasından yazdığım yazılarda tekrarladım bunu (bkz Uzundu, usuldü dedemin boyu, 26 Şubat 2016). Her zaman sırf cepheden hayır demek yerine bazen hayır, bazen belki, bazen evet diyebilmenin öneminden söz ettim.

 

Tarihte muhalif akımların yapabildiği muazzam yanlışlara belki en çarpıcı örnek, 1920’ler ve 30’larda Komintern’in ve çeşitli ülkelerdeki komünist partilerin, Faşizmin ve Nazizmin iktidar yürüyüşüne katkısı. Nasıl yaptılar bunu? Demokrasiyi savunmak yerine illâ dünya devriminde ısrar etmeleri ve sokak şiddeti girdabına çekilmeleri, özellikle “kızıl korkusu”na kapılan orta sınıfları kâh Mussolini’ye, kâh Hitler’e hediye etmede tâyin edici rolü oynadı.

   

Türkiye’de 2002-2016 arası ana muhalefetin ve bir bütün olarak sol-laik-Kemalist mahallenin kütlük, dogmatizm ve basiretsizlik yıllarıdır. En aşırı noktası da bazı solcu aydınların Gülenciliği AK Parti’yi devirebilecek bir müttefik gibi görme fantezisidir. Gelgelelim bütün o istemezükçülük neye yaradı? AKP adım adım katılaşan bir kuşatılmışlık ve savunmacılık psikozuna itildi. CHP ancak şimdi, biraz değişik ve çok daha kucaklayıcı bir siyaset ve muhalefet anlayışı sergileyebiliyor. Meyvası, 31 Mart ve 23 Haziran İstanbul seçimleriyle ortada.

 

Buna karşılık mücessem bir hatâydı 1128’ler bildirisi. Âdetâ hem 1920’ler solculuğunun, hem sol-laik-Kemalist kesimin 2016’ya kadarki sektarizminin devamı, uzantısı — umulur ki son noktasıydı.

 

Bedelini çok ağır ödediler. Vahşi bir haksızlığa maruz kaldılar. Geçmiş olsun. Geçmiş olsun. Geçmiş olsun. Ama sırf mağduriyetin onuruna bürünmemelerini; biraz da neyi yanlış yapmış olabilecekleri üzerinde kafa yormalarını dilerim.

 

- Advertisment -