Ana SayfaGÜNÜN YAZILARIDumbo: “Çirkinlerin en güzeli” 

Dumbo: “Çirkinlerin en güzeli” 

Sevdiğim oyuncuların çoğu “defolu”. Ölçülere aykırı… Bazısı “at suratlı” olarak anılanlardan. Geçen yıl bugünlerde ölen Donald Sutherland mesela. Küçükken annesine soruyor: “Anne sence ben yakışıklı mıyım?”. Annesi duraklıyor, “Karakteristik bir yüzün var Donald…” O yanıt üzerine odasına gidip “tüm gün saklanmış”. Ama kendisiyle barışıyor. Onu “kötü kahraman” rolleriyle de tanıyoruz, “savaş karşıtı bir aktivist” olarak da. Bu “kötü adam” rollerinde bunca diktatör adayının yarıştığı bugünlerde ayrıca değerli.

İnsanların sevdiği filmlerden öte, sevdiği oyuncular da ilgimi çeker genellikle. Belki onları “ele veren” renkli ipuçlarından biri olduğu için. Ama hükmü “Bana ‘star’ını söyle, sana kim olduğunu söyleyeyim” bilmişliğine varmıyor tabii.  

Bir oyuncuyu “sevme”nin, diğerlerinden ayırt etmenin nedeni çok zira. Her şey etkili olabilir. Görünüşü, -varsa- stili, aldığı rollerle tanınan “karakter”i, albenisi, filmografisi bir yana, perdede bir anda yarattığı etki bile yetiyor bazen. 

Çocukken “The Leopard”  filminde Alain Delon’un şık üniformasıyla göründüğü anda sinema salonundaki topluca iç geçirme efektini hâlâ hatırlıyorum mesela. Yaralanıp da tek gözünde “korsan bandı”yla çıktığında da ayrı kıyamet. Tek gözü yetiyor.

Ama “oyunculuk gücü”yle ilgili pek bir şey yok hafızamda. Zorlarsam biraz “Mr. Klein”. Gerçi saatlerce sinemadan, oyunculardan konuşsak gelmez aklıma. Derin mesele… O yönüyle arkadaşlıklarda aynı oyuncuyu çok sevmek, o beğeniyi paylaşmak da keyifli elbette. Hissiyat paylaşımının bir anda gözünde canlanan hoş tabloları. 

“Filmojenik” oyuncunun cazibesi 

Takdir edilesi oyuncuları, bir şekilde “çekici”, “perde ışığı” olanları beğenmek normal de, “tipi”yle sıradışı, “ölçü”lere aykırı, hatta itici, çirkin olanlar, öyle sayılanlar da öne çıkıyor hafızamda. Erkeklerden Lee Marvin, John Malkovich, Willem Dafoe, Steve Buscemi, Javier Bardem, bilhassa “Big Lebowski” ve “The Night Of” ile  John Turturro ilk aklıma gelenler… 

Öyle yaratılmışları, doğuştan “defolu” olanları da var, aldığı rollerle sonradan “yaratana kurban” dediklerimiz de… Sinemanın nevi şahsına münhasır “karakter”leri de diyebilirim. 

Aykırı yüzü, siluetiyle sinemaya yatkın karakterler. Sanki pek kullanımda olmayan “filmojenik” kavramı da uyuyor bu meseleye. İnternetten baktığımda da yaygın bir kavram değil ama bir “giri”de hoş bir eğretilemeyle “filmegiderlik” olarak yer almış: “Bir kimsenin, bir nesnenin ya da bir konunun, görünüş ya da işleniş yönünden filme yatkın olması, filmde iyi sonuç vermesi niteliği”.

“At suratlı” yıldızlar

Filme katıldığı anda öyle ya da böyle dikkat çeken, “ölçülere aykırı” yüzler… Mesela Lee Marvinçocukluğumdan beri hafızamdaki yüzler arasında. O günlerde kaçırmadığımız savaş, kovboy filmlerinin aranan yüzü olması etkili herhalde. Bazıları “at suratlı” olarak da anılıyor. O benzetme erkeklere özgü de değil. Misal Jamie Lee Curtis, ki bence yaşlılığı daha da harika.

Ayyaş, ihtiyar, eski bir silahşor rolündeki Marvin’in 1965 yapımı “Cat Ballou (Kanunsuz Silahşor)” filminde sandıktaki ışıltılı, şık silahşör kıyafetini kuşanma sahnesini bugün gibi hatırlıyorum. O filmdeki rolüyle En İyi Erkek Oyuncu Oscar’ını da alıyor.

Lee Marvin’in kendine has öyle bir çehresi var ki Jim Jarmush yıllar sonra “The Sons of Lee Marvin (Lee Marvin’in Oğulları) gizli örgütü”nü kuruyor. Bu ironik örgütün üyesi olmanın ana şartı “Lee Marvin’e ‘oğlu gibi’ benzemek”. Örgüte Jarmush’un dışında başta Tom Waits, Nick Cave, Iggy Pop, Richard Boes, John Lurie, Thurston Moore da saygıyla kabul ediliyor.

Okuldaki lakabı “Dumbo” 

Marvin’in iki yıl sonra, 1967 ‘de rol aldığı “The Dirty Dozen” da hafızamda. Sinemalarda “12 Kahraman Haydut” adıyla gösterimde. O film beni yeni bir ikonik karakterle, yepyeni bir “yüz”le tanıştırıyor: Donald (McNichol) Sutherland… Filmleriyle de koruyor tahtını. O da “çirkin”liği “yakışıklı”, “filmegider” oyunculardan. 

Çirkinliği birçok röportaja da konu olmuş. Anderson Cooper’ın CBS News’daki “60 Minutes” programına konuk olan Sutherland “büyürken garip bir çocuk, uzun boylu (1.93), büyük kulaklı, burunlu, uzun suratlı”. Sınıf arkadaşları ona Dumbo (Uçan fil) diyor. 

“Anne ben yakışıklı mıyım?”

Sutherland çocukken bir gün annesine soruyor; “Anne sence ben yakışıklık mıyım?”. “Çirkin miyim?” diye sormaması muhtemelen bardağın dolu tarafını araması… TV’deki röportajda Cooper’a o günü, o ânı anlatırken hüzünlü, gergin gibi.  Bir süre susuyor, “Annem bana baktı, durakladı” diye devam ediyor: “Karakteristik bir yüzün var Donald…” 

Oğlusu belki “çirkinlerin en güzeli, kurbağa yarışlarında annesinin” de Dorothy McNichol gerçekçi de herhalde. Lâkin küçük Sutherland annesinin o yanıtı üzerine odasına gitmiş ve “tüm gün saklanmış”. 

Cooper “Annenin bu sözü seni çok etkiledi, hiç unutmadın sanırım” deyince cevabı “kıkırdayarak”; “Pek sayılmaz, sadece 65, 66 yıl! Benimki gibi bir işte çirkin bir adam olduğunu bilmek kolay değil.” Cooper ona “Kendini çirkin olarak mı görüyorsun?” diye sorduğunda da yanıtı esprili: “Daha nazik bir şekilde söylemek gerekirse, çekici olmayan…”

“Sende ‘komşu tipi’ yok!”

İskoç, Alman ve İngiliz kökenli Sutherland 1935’de Kanada’da doğuyor. Gençliğinde hayalini iki meslek süslüyor: “17 yaşımda ya oyuncu ya da heykeltıraş olmak istiyordum. Esasında ikisi de nedir pek bilmiyordum. Belki benim için ikisi de aynı şeydi.” Ama ikisinde de kendini pek “model” olarak görmediği kesin. 

Nitekim gençken “harika bir rolün adayları arasına giriyor”. Ama aldığı yanıt hayal kırıcı: “Üzgünüm, sen en iyi oyuncusun ama bu rol için komşu tipi bir adam gerekiyor. Sen sanki hiç kimsenin komşusu olmamışsın gibi görünüyorsun.

Ellerini saklaması da zor 

Sonraki yıllarda röportaj için gelen bir gazeteci onu “parmaklarının büyüklüğünden dolayı daha da küçük görünen minik bir sigarayı içerken buluyor”. Ellerinin çok büyük olması da zamanında çok zorlamış onu: 

“Karımla nişanlanmadan önce çok fazla rakibim vardı. Görünüşüme pek önem vermiyordum, sadece büyük ellerime dikkat ediyordum ama özellikle parmaklarıma baktığımda bunun işe yaramadığını düşündüm. 

Ellerimi saklamaya çalışsam da onları saklayacak kadar büyük bir cebim hiç olmadı ve tam evlenme teklifi edecekken yumruklarıma baktım, felâket… Bir de manikür yaptırdığımı düşünün.” Bu kez gülerek “Çirkin, itici olduğumu düşünmüyorum artık, o aşamayı geçtim” diyor ve “sigarasından havaya keyifle duman halkaları üflüyor”.

Savaş karşıtlığıyla kariyer

Kırklı yaşlarına kadar çok sıkı sigara tiryakisi, “günde dört paket”… Üçüncü evliliğinde bırakıyor ama akciğerde izi kalmış.  Geçen yıl bugünlerde, 20 Haziran 2024’de 88 yaşında ölüyor. Ağır akciğer hasarından… Son iki yılını oksijen tüpü eşliğinde geçiyor maalesef. 

Sutherland yine sinemalarda izlediğim 1970 yapımı “M.A.S.H (Cephede Eğlence)” filminde içkici, âlemci, esprili bir cerrah. İtaatsiz, savaş, ırkçılık karşıtı, tabanca taşımayı reddeden, haksızlığa karşı çıkan bir yüzbaşı aynı zamanda. O rolüyle öne çıkıyor.

Aynı yıl yine bir savaş filminin efsane kahramanı: “Kelly’s Heroes”. Yine kara mizah, savaş karşıtı… İkinci Dünya Savaşı’nda Alman hatlarına gizlice sızarak bir bankadan 16 milyon dolar değerinde altın çalmayı planlayan bir grup askerin hikâyesi.

Kara Panterler’e el bombası

Filmdeki lakabı Oddball… Tipi, yüzü, boyu posuyla da alışılmadık, tuhaf, eksantrik, uyumsuz, muhalif, aykırı vb. ne desen var mânâsında. Uzun saçlı, sakallı, farklı zamanlardan bir Hippi. Yine anti-kahraman. “Dengesiz, alaycı tank komutanı” Oddball yine tüm oyuncuları gölgede bırakıyor. Öyle ünleniyor ki “Ben de büyüdüğümde Oddball olmak istiyorum” diyenler gazetelere yansıyor.

Er Kelly rolündeki Clint Eastwood, çekimler sırasında Sutherland’in ikinci eşi Shirley Douglas’ın “Kara Panterler” için el bombası satın almaya çalıştığı için tutuklandığını öğreniyor. Esasında o yıllarda Sutherland de Panterler’in taleplerini destekliyor.

Douglas “yasadışı o mühimmatın parasını kişisel çekle ödemeye çalıştığı” için yakalanmış! Eastwood bunu Sutherland’e söylerken iş çek olayına gelince gülmekten ayakta duramıyor. Ardından kolunu arkadaşının omuzuna atıp “Sana desteğim tam, yanındayım…” demiş. Oddball yıllarca ordu ve gazi toplulukları arasında da çok sevilen bir karakter oluyor.

“İzlenen” yüksek profilli çift 

Sutherland ölene kadar savaş karşıtı bir aktivist olarak da tanınıyor. Alan J. Pakula’nın 1971 yapımı “Klute” filminde rol aldıkları Jane Fonda’yla üç yıl birlikte oluyor. O günlerde Vietnam Savaşı karşıtı “FTA Cabaret/Show” turu, gösterilerinde de birlikte, başroldeler. 

“Politik vodvil” olarak da nitelendirilen FTA’nın açılımı “Free The Army” ama savaş karşıtları onu “F… The Army” olarak dillendiriyor. FTA bir yıla yakın bir sürede ABD’de ve yurtdışında üslerde on binlerce askere gösteri(lebi)liyor. 

Velâkin Beyaz Saray, Pentagon, FBI bu meseleden rahatsız tabii. Yıllar sonra 1970’lerde CIA’nın talebiyle Donald Sutherland’ın Ulusal Güvenlik Ajansı’nın (NSA) “izleme listesi”nde olduğu ortaya çıkıyor. O günlerde FBI’ın “Karşı İstihbarat Programı”nda da “takip edilen en yüksek profilli çift”. 

Otoritelerle anti-faşist filmler 

Sutherland ardından tabulara meydan okuyan, özgürlükçü, anti-faşist duruşlarıyla da gündeme gelen John Schlesinger, Bernardo Bertolucci ve Federico Fellini gibi İngiliz ve 

Avrupalı yönetmenlerle çalışıyor.

Onların faşizmi çeşitli biçimleriyle aktaran filmlerinin de yıldızları arasında… “Faşizmin ‘küçük bir gerici kliğin diktatörlüğü’ değil tüm uluslara, toplumlara, ‘insan’a nüfuz edebilen uluslararası gücü”nü aldığı cüretkâr, ürkütücü rollerle de sergiliyor. 

“Saf kötülük”te de birinci 

Bertolucci’nin “Novecento (1900)”da “özfaşist” Attila Mellanchini rolünde. Filmin Parma’daki çekimlerine giderken Wilhelm Reich’in “Faşizmin Kitle Psikolojisi”nin kitabını da yanında götürüyor. Karakteri canlandırırken okudukları “içinde yankılanıyor”.

Wikipedia’nın “Fandom” sitesinde filmlerde “Saf kötülük”ün simgesi olan oyuncular arasındaki anketin birincisi. Aldığı tartışmasız “şampiyon”luk “Atilla” karakteriyle… Sutherland’ın o film bitince uzun süre izlemekte güçlük çektiği, izlerken bazı sahnelere bakamadığı vurgulanıyor. 

Onun yanında 2010’larda peş peşe -dört filmle- rol aldığı “The Hunger Games” serisinin zalim, sadist, “yılan ifadeli” diktatörü Başkan Snow da etkili. O rolde öyle bir performans sergiliyor ki seriye temel olan romandaki “kötü karakter”i bile solluyor, kötülüğünü genişletiyor.

Büyülü masal kahramanı

Hugh Hudson’ın “Amerikan Bağımsızlık Mücadelesi” yıllarında geçen Al Pacino’lu “Revolution” filminde de zalim İngiliz subayı… Filmin başrollerine Nastassja Kinski desteği eklense de gişede başarısız. Hatta film, Sutherland hariç başrol oyuncuları, yönetmeni, müziğiyle en kötü sinema yapımlarına verilen Ahududu Ödülleri’ne aday bile gösteriliyor. 

Fellini’nin “Casanova”sında bu kez sıradışı, büyüleyici bir “masal kahramanı”. Finalde plastik bir mankenle yapayalnız kalan anime bir karikatür… Karmaşık ve kusurlu karakterlere her zaman ilgi duyduğunu söylüyor: “Çünkü keşfedilmesi en ilginç olanlar onlar…”

“Sen de mi Donald!..”

Gerilim dozu yüksek filmlerin de çarpıcı yüzü… Nicholas Roeg’in 1973 yapımı sarsıcı, “gotik” gerilim filmi “Don’t Look Now”ın kan dondurucu finali onunla bütünleşiyor. Ancak film o yıllarda Sutherland’in Julie Christie ile “aşırı cüretkâr” sevişme sahnesiyle de kıyamet nedeni.

Final deyince… Bilimkurgu-korku türü “Invasion of the Body Snatchers (1978)”ın finalinin de unutulmaz yüzü. Seyirci için tam bir kâbus. “Uzaylı vücut kapkaççıları”yla mücadelede sıradan bir insanken giderek son umuda dönüşen “kahraman”ın yenilgisi seyirciye “Sen de mi Donald” dedirten türden.

1980’de “Ordinary People” ödülleri, övgüleri toplasa da bende pek yer etmiyor. Ama canlandırdığı karakterde yine göz alıcı. Bir yıl sonra Eye of the Needle ise atmosferiyle de “Sutherland filmlerim” arasında ön sıralarda. Filmin oyunculukla ilgili tüm yükünü sadece o taşımış gibi. 

Irkçılığa, işgale karşı…

Verdiği röportajlarda ırkçılığı da lanetliyor, toplumsal eşitsizliği, adaletsizliği de… 2005’de BBC’nin Hardtalk Extra programında da muhalif kimliğini sergiliyor. ABD’nin siyasi iklimine dair kaygılarını vurgularken, Şili’de, Küba’da, Afganistan’da, İran’da, Irak’da saldırgan dış politikasına öfkeli. Ve “Irak’da süren savaştan, ölenlerden söz ederken gözyaşlarını tutamıyor”.

 Sonrasında seçim sırasında Barack Obama destekçisi… Başkan Donald Trump’ın medyaya, NBC’ye yönelik sansür girişimlerinden “tiksindiğini öfkeli bir dille” açıklıyor. “Her zaman statükoyu sorgulayan, düşünmeye ve konuşmaya teşvik eden hikâyelere ilgi duyduğunu” vurguluyor. 

82 yaşında “Onursal Oscar”

Böylesi bir oyunculuk kariyerine rağmen Sutherland Akademi Ödülleri’ne, Oscar’a aday bile olamıyor. Geçmişi, “kimliği” mi etkili acaba? Eleştirmenlere de “tuhaf gelen bu görmezden gelme”nin pansumanı, belki 2017’de, 82 yaşında “film endüstrisine yaptığı olağanüstü katkılardan dolayı” verilen “Onursal Oscar”. Oscar konuşmasına sunuculara teşekkür ederek başlarken dokunduruyor biraz: “Onları cenazeme davet etmekten çok mutluluk duyacağım.” 

Sutherland’in “Filmin güzelliği, zamandaki bir anı yakalayıp sonsuza dek saklaması…” sözleri belki oyuncuların da zamandan sıyrılıp izleyenin gönlünde yer etmesinin sırrı. Öyle oyuncuları böyle bir ortamda savaşa, ırkçılığa, ayrımcılığa, adaletsizliğe karşı duruşlarıyla da hatırlayabilmek ayrıca değerli.  Hele “kötü adam” rollerinde bunca diktatör adayının yarıştığı bugünlerde. 

- Advertisment -